Paylaş
Yastığımı kaybettim, hükümsüzdür
Birkaç gün önce dişçide, en sinir halimle içeri alınmayı bekliyordum. Bekleme odalarından hiç hazetmiyorum biliyor musunuz. Duvardaki tüm resimlere baktım, dışardan geçen arabaları saydım, 12 taneden fazla kırmızı araba geçerse (ve o rakam tek sayı olursa) bir sene içinde evleneceğimin planlarını yaptım, ayağıma bilerek üç defa kramp girmesini sağladım (yüzerken de yapıyorum çok hoşuma gidiyor) sonunda sıkıldım, masanın altında, bin yıldır orada durmakta olduğu belli olan (parmaklanmaktan aşınmışlar) dergilere göz attım. Bir de ne göreyim! İki yıl önce Tempo'da yazdığım bir yazı. Fena oldum. Çünkü tarih olmuş. Ve kendi yazımı sanki başka biri yazmış gibi okudum. Çünkü onu yazan kadın da tarih olmuş.
Ama o yazıda anlatılan ‘‘ritüel’’ azalmış olmakla birlikte hâlâ var.
Sadece, yastığım yok artık, kaybettim, hükümsüzdür.
Kendimi ise henüz kaybetmedim...
O yazıyı çoğunuz okumamışsınızdır diye yeniden yayınlıyorum.
***
Yatağa uzandı, yüzüstü.
Kendi yatağıydı, farketmezdi, herhangi bir yatak da olabilirdi. Bir otel odası, bir arkadaşının oturma odası, bir pansiyon, hatta çok zorlanırsa bir uyku tulumu. O gün sevişmiş, geçici bir huzura ermiş ya da onunla bununla dalaşmış, kavga etmiş, kıyamet koparmış, huzursuzluğun doruklarına ermiş olabilirdi. Ne farkederdi ki! Dünyanın bütün günleri içinde yaşadığı, iniş- çıkışlar, gidiş-gelişler, terkedişler, mutluluklar, acılar, zevkler, kederler, yalnızlıklar, kalabalıklar, ne olursa olsun, ‘‘ritüel’’ hep aynıydı. Adı ‘‘awa-awa’’ydı. Herkesin böyle bir ritüeli var mıydı? Olmalıydı. Ve ona bir isim konmalıydı.
***
Kendi yatağında yatıyordu yüzüstü.
Çıplaktı. Bir bu kalmıştı yazmadığı, onu da yazmıştı. Olsundu. Kendisi için çok önemli bir şeyi anlatacaktı. Varsın ‘‘çıplak’’ anlatsındı. Elleriyle yastığı yokladı. Her zamanki gibi yerindeydi. ‘‘Oh be’’ dedi. Ya olmasaydı? Ne yapardı o zaman? Kimse alıp gitmemişti. Allahtan! Yirmi küsür yıldır en fazla aidiyet hissettiği, lime lime olmuş yastığını kavradı. Sarıldı. Artık kendisi gibi kokan yastığını güvenle kucakladı. Aynı anda ayak parmaklarını yatağın şiltesiyle tahtası arasına sıkıştırdı. İşte uyku tulumuyla bu sorun oluyordu, çünkü ayağını sıkıştıracak yer bulamıyordu!
***
Yüzüstü yatıyordu hâlâ...
Tenine değen çarşafı hissetti. Gevşedi. Sonunda yalnız kalmıştı. Yine kendine kalmıştı. Artık hazırdı. Teslim olmaya. Gün boyu bu anı beklemişti aslında. Ben tanıyorum o kızı, hep de bekleyecek.
Yaylanmaya başladı, yüzüstü...
Yatağı kavradı. Önce ayak parmaklarından güç aldı. Bedeni gerildi. Yastığa başını gömdü. Sonra bacaklarından güç aldı, yine yaylanmaya başladı. Ve o andan itibaren her şeyi ama her şeyi unutmaya...
***
Sanki beyninin bir yerinde müzik çalıyordu. Ve o ritimle sallanıyordu. Uyumlu, yumuşak, hiçbir notayı kaçırmadan. Bedeni yatay sallanırken, başını yastığa içinde duyduğu o ritme uygun olarak dikey olarak vurmaya başladı. Gittikçe hızlandı, hızlandı...
Babasının, ‘‘Kızım insan beyni bir suyun içindedir. Vurma kafanı öyle yastığa, çalkalıyorsun, sonunda da sersemleyip uykuya dalıyorsun, zararlı bir şey bu, burnuna da zarar veriyorsun, nereden geldi bu başımıza, annen de yaparmış küçükken, onun annesi de, senin dışında kimsede çıkmadı bu meret bizim ailemizde, etme eyleme, ileride kocana nasıl anlatacaksın bunu?’’ laflarını bile unuttu.
***
Eskiden küçüktü, şimdi kazık kadardı.
O zaman ağzı açık vuruyordu kafasını yastığa. Deneyin, ritüele adını veren ses çıkar: ‘‘Awa-awa’’. Ama fazla gürültü çıkıyordu. Yatakta yatan küçük kız içine ruh girmiş gibi sallanmakla kalmıyor, kafasını aynı anda yastığa vuruyor, bir de acayip sesler çıkarıyordu. Genellikle de bunu asla farkında olmadan yapıyordu. O gün korkmuşsa, ürkmüşse, o ses, ‘‘awa-awa’’ apartmanı ayağa kaldıracak kadar güçlü çıkıyordu.
Dedim ya, büyüdü. Az da olsa ‘‘kontrol’’ü öğrendi. Her konuda ağzını kapatmayı öğrenemediyse de bu konuda öğrendi. Artık ‘‘awa-awa’’yı sessiz yapıyor ama her gece hâlâ yatağında yaylanıyor, sallanıyor, başını yastığa vuruyor. Bir süre sonra da (birkaç saat, bütün gece, duruma göre) yorgun düşüyor bayılıyor. Ama bunu size anlatmaktan, sizinle paylaşmaktan da geri kalmıyor. Neden?
Ben de bilmiyorum.
Sayenizde
Demek ki oluyor...
Emre Çelik için, sayenizde, hem de çok kısa bir sürede, yurt dışındaki tedavisinde kullanılması amacıyla yüz bin Pound para toplandı. İnanın bunun büyüleyici olduğunu düşünüyorum ve hepinize inanılmaz çok teşekkür ediyorum. Eksik kalan 20 milyar da Ziraat Bankası Cennet Mahallesi şubesine yatırılmış bulunuyor. Yine sayenizde. Bu bilgileri de şube müdürü Müzeyyen Aydalga'dan alıyorum, o da aklınızın almayacağı kadar uğraşıyor.
Şu aşamada daha fazla paraya gereksinim yok. Yine sayenizde.
Oysa, Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı 29 Ekim etkinlikleri kapsamında Emre için bir konser düzenlemeyi düşünüyordu. Kendisiyle konuşup şu anda gerekmediğini bildirdik. Paranın yurt dışındaki bir bankaya transferi gerçekleşiyor, ardından vize alınacak ve Emre önümüzdeki günlerde İngiltere'ye gidecek.
11 yaşındayken lösemi tanısı konulan ve dört yıl mücadele eden Aytaç Özgün Tosun, kemik iliği nakli için Temmuz ayında İngiltere'ye gitmiş, fakat Eylül sonunda vefat etmişti. Tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
Ve aynı şeyin Emre'nin başına gelmemesi için de dua ediyorum.
Best of Çakıcı
Öldüm gülmekten.
Müthiş bir fikir.
Sonunda bunu da yaptılar.
Herkesin karikatürünü yaptığı bir şeyi, insanların önüne koydular, ‘‘Alın kütüphanenize koyun tarih olarak saklayın’’ dediler. Tempo'nun bu hafta verdiği, ‘‘Best of Çakıcı'' kasetinden söz ediyorum. Bayide gördüm, beynimden vurulmuşa döndüm, anında bir tane alıp işe giderken arabada dinlemeye koyuldum. İyi oluyor biliyor musunuz, öyle televizyonda bölük pörçük dinlemeye benzemiyor. Kaset, Flash TV'deki Çakıcı'nın ilk konuşmasıyla başlıyor. Derken Eyüp Aşık ve Yavuz Ataç'la yapılan sohbetler şeklinde devam ediyor. Ve dört adet Korkmaz Yiğit-Çakıcı görüşmesiyle son buluyor. 36 dakika 10 saniye sonra dilerseniz başa alıp tekrar dinliyorsunuz.
Komik.
Ve zekice.
Dahası bin bir türlü promosyon furyasında, pek bir anlamlı.
Ne diyeyim, bu fikri bulanlara, bir okuyucu olarak teşekkürü bir borç bilirim.
Rapor veriyorum
Geçen hafta yayınlanan ‘‘Çöp de çattım’’ yazısı üzerine, ‘‘mühendis oğlumuz’’la tanışmaya can atan bir dolu ‘‘hanım kızımız’’ çıktı. Hoş değil mi! Sizi bilmem ama okuyucularımın birbirleriyle flört etmesi en azından benim hoşuma gidiyor. Sizi haberdar edeyim dedim, gelen mektuplardan birini de yayınlamayı ihmal etmedim. Bu arada itiraf etmeliyim ki, ben de bir arı gibi çalıştım, ‘‘mühendis oğlumuza’’ ‘‘hanım kızlarımız’’dan bir kısmının telefonlarını ilettim. ‘‘Çöp çatmak’’ kolay olmuyor, valla gerisi de onlara kalıyor...
***
‘‘Maalesef erkeklerin hiç duyarlı olmadığını düşündüğüm bir anda mektubunu aktardığınız mühendis okuyucunuz, bazı erkeklerin duyarlı ve hassas olduğunu düşündürdü bana. Mutlu oldum. Türünün son örneklerinden, hatta korunmaya alınması ve kopyalanması gerektiğini düşündüğüm, bu okuyucunuzu tanımayı çok isterim. Tabii kendisi için de uygunsa. Böyle birinin kendini yalnız hissetmesi ne kadar üzücü. Kendisiyle birbirimizi iyi anlayacağımıza inanmasam, kesilikle böyle bir şeye cesaret etmezdim. Okuyucunuza nasıl ulaşabileceğim konusunda bana yardımcı olursanız çok sevinirim. Ben kendi telefonlarımı iletiyorum. Bu arada ben Yapı Kredi Bankası bireysel pazarlama yönetiminde çalışıyorum...’’
Paylaş