Ayşe'nin Gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Hawai gömlekli Çakıcı

Hıncal Uluç'un hayattaki tek olayı Çakıcı değil. Bir de Bekir Coşkun'la girdiği köpek tartışması var. Uluç'a kadar gidip, yolun karşısına geçip, sadece Çakıcı davası konuşmayacağımdan herhalde siz de eminsinizdir! Buradan bütün hayvanseverleri duyuyurum ki, yarın Hürriyet'in dizi sayafasında Hıncal Uluç ile Bekir Coşkun'un ‘‘köpek düellosu''nu okuyacaksınız. Bakın aynı sorulara ikisi nasıl farklı cevap verdiler. Çok eğlenceli...

Bu ülkede olmayacak iş yok.

Sonunda döndüüü dolaştııı, Çakıcı'nın o koskoca kabarık suç dosyası, Hıncal Uluç'un ayağından vurulması olayına kilitlendi kaldı.

O kadarla kalsa iyi.

Bir de Hıncal Uluç'un anlattığı bir öykü var ki, sanki Dostoyevski yazmış. Hani, bir şey dürter de katil cinayet mahalline döner ya. Hani Dostoyevski katilin ruh çözümlemesini mükemmel bir şekilde yapıp, onun duyduğu vicdan azabını detaylarıyla anlatır ya. Aynen öyle. Tabii bilmiyoruz Çakıcı vicdan azabı çekti mi çekmedi mi... Lafı niye geveliyorum ki, kendiniz okuyun.

*

Siz Çakıcı’yı tanır mısınız?

- Bak sana bir öykü anlatayım: Los Angeles'da bizim Türk arkadaşların bir cafe'si var. 1994’te Dünya Kupası sırasında haftanın bir iki günü maç için gelen Türkler orada toplanıp muhabbet ediyorduk. Bir gün yine oturuyoruz. Bir tip geldi, oraya oturdu. Başında bir beyzbol şapkası. Gözünde kara gözlükler. Sırtında da Hawai gömlek var, rengarenk. ‘‘Geçmiş olsun efendim. Talihsiz bir olay, nasıl oldu?’’ dedi. ‘‘Her mesleğin cilveleri, riskleri vardır, bu da benim mesleğiminki’’ dedim. Kapadım konuyu. Türkiye'ye döndükten sonra öğreniyorum ki, o Alaattin Çakıcı'nın kendisiymiş.

Dehşete düşer insan...

- Haliyle. Sonra hakkımda çok iyi laflar etmiş. Türkiye'ye geldiğimde, onu da beni de yakından tanıyan birisi şöyle dedi: ‘‘Hawai gömlek giymiş birini hatırlıyor musun? Amerika'da sana gelip bir şeyler soran birini?’’. O kadar dikkat çekiciydi ki, ‘‘Hatırlıyorum’’ dedim. ‘‘İşte o Alaattin'di’’ dedi. Tehlikeye bak! Sövebilirdim adama, hakaret edebilirdim.

Bu konuda dikkatli konuşma gereği hissediyor musunuz?

- Türkiye'de her konuda dikkatli konuşmak gerektiğini bilenlerdenim! Hapishanedeki bir adamın dışarıya bir telefon etmesi, hayatınızı kaybetmenize sebep olabilir. Benim olayım, dünyanın hiçbir yerinde vurulma sebebi değil. Bir gazeteciye tabanca çekilmiş. Ayşe Önal, ki onunla aram katiyen iyi değildir. Bana işte kazık atanlardan hiç hoşlanmam. Ben onun Genel Yayın Müdürü'ydüm. Bir olayda bana kazık attı. Bir daha da ona güvenmedim. Ama yine de bir gazeteciye silah çekilmesi beni rahatsız etti. Bu kadar gazeteci cemiyetleri, sendikalar var kimsenin çıtı çıkmıyor. Seyirci kalırsanız dernek olmanın ne anlamı var, yılbaşında hediye çeki yollamaya mı yarayacak? Derneğe yönelik bir yazıdan, bacağımdan vurdular. Doğrudan onları hedef alsaydım, beynimden vuracaklardı, demek ki. O zaman da Alaattin Çakıcı serbest olacaktı.

Berin’i çok sevdim

Sizi bilmem ama ben Berin'i (Yavuzlar) çok sevdim.

Cuma günü röportajı yayınlanan o fıstığı...

Gözleri parlıyor, gözleri.

Cır cır cır konuşuyor. Bir enerji bir enerji, sonunda insana ‘‘Ayol sus biraz!’’ dedirtiyor. İkizler burcu. ‘‘Biraz gelir giderim ama iyi bir ikizlerim’’ diyor. Ben zaten ikizleri severim. Annem ikizler, Simten ikizler, sonra Muhittin ikizler. Neyyire yengeç ama ikizler'imsi bir yengeç. Yani vardır daha dolu sevdiğim ikizler de, şimdi aklıma gelmiyor.

Ama Berin'in o İtalyan restoranındaki hali, Allah sizi inandırsın aklımdan çıkmıyor.

* * *

Komik kadın o.

Ben tabii anında verdim koskocaman bir spagetti siparişini, röportaj-möportaj, açlıktan ölüyorum. Hem karşımdaki kadına sorular soruyor, hem de gelecek olan spagettimin hayalini kuruyorum.

O da demesin mi ki, ‘‘Bari ben de bir salata yiyeyim?’’

- Neden?

- Üç haneli kilosu olan birine sorulayacak bir soru, tamam mı dedi.

Bir kere kendisiyle (ve kilolorıyla) çok barışık ve acayip dalga geçiyor. Biz onunla çok iyi anlaştık. Hani tutar ya elektrik, işteee öyleee biiir şeeey. Rock seviyor caz seviyor, sosyal aktivitelerden eksik kalmıyor, konser-monser herşeyi takip ediyor, izliyor. ‘‘Sadece boş zamanlarımda kitap okumam ben canım!’’ diyor. Kıvrak bir zekası var. Ve çok hızlı konuşuyor. ‘‘Şimdi ben bu teybe y-a-v-a-ş k-o-n-u-ş-a-y-ı-m d-e-ğ-i-l m-i?’’ diyor. Güya beni düşünüyor, kaseti çözerken zorlanmayayım diye. Alçak! Beni de tiye alıyor. Fotoğraf çekimlerinde çok eğleniyoruz.

Biraz zorlanıyor tabii o küçücük bar taburesine oturmaya çalışırken! Ama kadın kompleksiz.

Bir de iyi fıkra anlatıyor.

Şöyle bir fıkra anlattı, bayıldım:

‘‘Bir mazoşistle, bir sadist konuşuyor. Mazoşist sadiste beni dövsene diyor. O da cevap veriyor: Nıt!’’.

Saatlerce gülebilirim böyle bir fıkraya.

Diyeceğim o benim arkadaşım oldu. Gerçi bana hep kızıyorlar, biriyle bir kere yemek yediğin zaman arkadaş oldunuz zannediyorsun diyorlar. Ama Berin öyle değil. Gerçekten. Bir de kıskandım onu. Çok şey biliyor: ‘‘Herşey bir yana çok acayip şeyler öğrendim ben Discovery sayesinde’’ diyor, ekliyor, ‘‘Genel kültür yaptım, genel kültür!’’. Hani Lonely Planet'ler vardır ya, hem kitaplarına hem belgesellerine bayılırım ben. Kıskançlıktan öldüm tabii, Berin'in Discovery için Lonely Planet belgesellerini çevirdiğini ve redakte ettiğini öğrenince. Sonra başlıyor Mata Hari ve Napolyon anlatmaya. Demek istiyorum ki, öyle kendi halinde sadece çeviriler yapmış biri değil o. Ben de (çok) salak değilim ki canım, konuşunca anlıyorum.

Berin, Kanal D'ye Defne Samyeli'ye çıktığında biraz daha kendisini anlatmasını isterdim. Hatta, ‘‘Niye anlatmıyor canım!’’ diye de kızdım.

Ali Karacan'a gelince...

* * *

Gelmesek?

Benim bu olayda taraf tutmam doğru değil.

En azından yazmam doğru değil. Ama tabii telefon açarsanız ne düşündüğümü söylerim.

Şimdilik böyle tamam mı?

Yani iki kişiyle konuştuktan sonra biri yalan söylüyor diyecek halim yok. Çok ayıp. Her ikisinin de anlattıklarını okudunuz, siz karar vereceksiniz.

* * *

Ama her şey bir tarafa, yani haklılık haksızlık, çalışma anlamında öyle bir sorun gelmeye başlıyor ki karşımıza...

Başa çıkılacak gibi değil.

Önceleri bir dil bilmek tercih sebebiydi...

Sonra ikisi, üçü yetmez oldu.

Önceleri temiz ve bakımlı olmak yetiyordu...

Şimdi yetmiyor anasını satayım!

‘‘Prezentable’’ olmak gerekiyor.

Kibarca böyle söyleniyor.

Kastedilen kabaca şu:

- Güzel olman gerekiyor! Tamam mı?

* * *

Uffffffffffffffffffff.

Çok ayrımcı değil mi?

İnsanlar arasında isyan çıkaracak kadar büyük bir haksızlık değil mi?

‘‘Beş dil biliyorum. Yetenekliyim. Çok akıllıyım. Ama maalesef güzel değilim!’’ ya da ‘‘Sıkı bir eğitimim var. İş tecrübem de fena değil. Vallahi çok hevesliyim. Ama biliyor musunuz ben iriyim!’’

Eeeeeeeeeeeeeeeeeeeee?

İngilizce konuşurken ‘‘So what?’’ diyoruz buna!

* * *

Peki ya bizim, müdürlerimizi, üstlerimizi, amirlerimizi, birlikte çalışmak durumunda olduğumuz erkekleri çirkin bulma, biçimsiz bulma, kısacası beğenmeme hakkımız yok mu?

Nedir ulan bu.

Söylenecek tek söz var:

- Ayıp.

Böyle kötü düşünceleriniz varsa eğer aklınızda, derhal uzaklaştırıp atın. (Biz) şişmanlara, çirkinlere de yaşam hakkı tanıyın.

HAMİŞ: Tepsi popolulara da!

Yazarın Tüm Yazıları