Paylaş
Vurun kahpeye!
Ben bir kadınım.
Ve bu yazıda sözü edilen iki erkekten de daha cesurum.
Deli miyim neyim?
Bir kere, isimlerini bile açık seçik yazma cesaretine sahibim.
Sizi bilmem ama ben bu halimi seviyorum. Çünkü benim, yandan yırtmaçlı uzun eteğimde taşlar yok. Dökemediğim, saçamadığım hiç bir şey yok. Ben neysem oyum. Ötesi berisi yok. Ne yapayım ben de böyleyim. Belki içim biraz fazla görünüyor (gömleğimi değil, ruhumu kastediyorum, zaten beni okuyanların da ortalama zekanın üzerinde olduğunu biliyorum) bir adet şeffaf telefon gibiyim. Ama en büyük silahım da, (yemin ederim, şeffaflık denilen şey, bir silah!) yine bu şeffaflığım.
Meseleye Fransız kalmamanız açısından, ayağımın tozuyla geldiğim Paris'ten, köşelerine beni konuk etme zarafetinde bulunan bu iki adamı size hemen ispiyonluyorum:
* * *
a) Şakir Bey.
(Süter soyadlı biri).
Akşam Gazetesi'nde yazıyormuş.
Bizim buralara Akşam Gazetesi pek gelmiyor, biliyor musunuz.
‘‘Arman, Işılay Saygın'dan özür dileyecek mi?’’ yazısını yazana kadar, Allah sizi inandırsın, öyle birinin yeryüzünde yaşadığından bile haberim yoktu. Sekiz kişi telefon açıp Akşam'ı gördün mü deyince, ‘‘Aaa Galeri isimli bir de köşe varmış, sahibi de Şakir Beymiş’’, öğrenmiş bulundum.
b) Diğeri Emin Bey.
(Minik kuşlu Emin Bey'den söz ediyorum, biliyorsunuz Çölaşan soyadı ne kadar meşhursa, Emin Bey'in minik kuşu da dört cihana öyle nam salmış durumda).
Gerçi geçtiğimiz Cuma yazdığı ‘‘Olmadı, olmadı!’’ başlıklı yazısında benim ismimi geçirmemiş ama, ‘‘Kadına bak üzerine alınmış, ben ondan söz etmiyordum’’ diyecek hali yok. Çünkü basında ‘‘güzel, bakımlı, alımlı, sarışın’’ ve şu son zamanlarda Devlet Bakanı Işılay Saygın'la röportaj yapmış benden başka biri yok!
Elbette ki güzel, bakımlı, alımlı başka gazeteciler de vardır da...
Ama mesela onlar esmerdir, ya da kızıldır!
Ya da yine sarışındır da Devlet Bakanı'yla değil de Ekonomiden Sorumlu Bakanla röportaj yapmıştır. Demek istiyorum ki, ‘‘minik kuşun sahibi’’nin yazısında kastettiği kişi, bu şartlar altında ben oluyorum.
İyi de neden adımı açık açık yazma cesareti gösteremiyor, bunu da bir türlü anlamıyorum.
* * *
Şimdi bu iki adamın da benim hakkımda fena fena yazılar yazdığını söylemiş bulundum da, ne yazdı bu adamlar? Neden yazdılar? Benimle alıp veremedikleri ne var?
Evet şimdi işin eğlenceli kısmına geliyorum...
Müzik, ‘‘DIN IN IN IIIIIIN!’’ diye çalmaya başlıyor fonda!
a) şıkkındaki Bey, Işılay Saygın'la geçtiğimiz haftalarda yaptığım ve Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan söyleşinin aslında ‘‘yalan’’ olduğunu yani benim bir adet küçük yalancı olduğumu söylüyor. Ve ben koskoca bir bakanın söylemediği şeyleri yazmışım, yani uydurmuşum, kafadan atmışım, hatta Saygın'la röportajdan sonra onunla konuşmuş ve özür dilemişim.
Ama ‘‘köşe galerisi’’ sahibi bey, Arman'ın (o ben oluyorum!) ‘‘milyonlarca insanın huzurunda mağdur ettiği kişiye telefon açıp özür dilemesinin yeterli olmayacağını söylüyor ve ortalığa çıkıp ben ne halt ettim diye dövünmemi’’ istiyor.
Çok üzgünüm.
Yapamayacağım.
Çünkü kafadan attığım bir şey yok!
Biliyor musunuz, böyle konularda küçük numaralara gidecek kadar sersem değilim. Ben söyleşilerimi de bir adet teyple yapıyorum, (genellikle Panasonic'i tercih ediyorum sesi daha kaliteli kaydediyor), hatta zaman zaman iki teyp kullanıyorum.
Demek istiyorum ki, Galerici Bey'in ‘‘Bizce bu rezaletin asıl aktörü (bu arada kadınlara aktrist denir!) maalesef yalan haber yazan bir gazeteci’’ demiş ya, bu lafı eğer cesareti varsa yemesini istiyorum ve dilerse Işılay Saygın'la yapılmış röportajın kasetini dinlesin ve ardından tüm köşesini şu cümlelere ayırsın:
- Adım Şakir Süter ben koskoca bir adamım ve bacak kadar kızdan, yani Ayşe Arman'dan özür diliyorum!
O zaman a) şıkkındaki beyi affedebilirim.
* * *
Yoksa herkes mi çıldırdı!
Altı üstü bir röportajdı, ben işimi yaptım, yayınlandı, kaseti gazeteme teslim ettim, ardından sevgilimle Paris'e ve Londra'ya gittim.
Galerici Bey, gerçeği öğrenmek istiyor idiyse beni arayıp sorabilirdi.
Mesela beni Londra'dan Işılay Saygın aradı, (demek istiyorum ki, ben değil o beni aradı, cebimden, cebimden!) ve bu röportaj yayınlandıktan sonra Levent Kırca ve RTÜK hikayelerini de kastederek ve herkesin onu erkek aramakta olan bir kadın olarak gördüğünü anlatarak ne kadar üzüldüğünü, ağladığını anlattı.
Allah aşkına...
Elbette ki bu durum için üzgün olduğumu söyledim.
Ama o kadar.
Kendisi de biliyor ki, ben azını yazdım, fazlası o kasette var.
Saygın, bana ‘‘Ben sizinle iki kız arkadaş gibi konuşmuştum’’ dedi.
Ben ne diyeyim? Siz bir bakansınız benimle kız arkadaşınız gibi konuşmamalıydınız mı diyeyim? Benden o kaseti nasıl geri alabileceğini sordu. Ve inanır mısınız, o kadar üzüldüm ki haline, elimde olsa verecektim. ‘‘Bende değil ki, gazetede’’ dedim. ‘‘Kimse dinlemiş midir?’’ dedi. ‘‘Bu hikayeyi Papa fıkrasına çeviremez miyiz?’’ dedi. Ben o fıkranın bile ne olduğunu bilmiyordum ama anladım ki, ortada ‘‘bekaret’’ konuşulduğu için ‘‘suç’’ olan bir şey vardı, ve Devlet Bakanı o ‘‘suçu’’ benim üzerime almamı istiyordu. Yani bir yanlışlık olmuş diyecekti ben de ses çıkarmayacaktım. Ama lanet olsun ki bir kaset var ortada ve ben gazete yöneticilerine çoktan vermişim bile. Benim başka söyleyecek bir sözüm yok.
Tabii ki Şakir Süter'e....
* * *
Ama...
Ama b) şıkkı'na söyleyecek sözlerim var.
İzninizle ‘‘Minik kuşlu gazeteci’’ye, Emin Çölaşan'a iki çift lafım var.
Birincisi kalleşliğine...
Çünkü gazeteye telefon açmış, yazı işlerindeki arkadaşlardan böyle bir kasetin varlığını öğrenmiş. Biliyor yani! Ve bile bile ‘‘Varsa öyle bir şey!’’ diye yazıyor. Ortada bir kaset olmasa, o söyleşinin, o başlıkla bu gazetede yayınlanmayacağını biliyor. Yani özellikle yapıyor. İntikam almak için. Onun gibi olmayanları, onun gibi düşünmeyenleri 18 yerinden kalemle bıçaklamak için yapıyor. Bu onun huyu. Onun yapısında var. O bunu yapmadan duramaz. Ahlak-mahlak hikaye. Amacı gıcık olduklarını yok etmeye çalışmak.
Beni bedenimle gazetecilik yapmakla suçluyor...
Belden aşağı yazmakla itham ediyor.
Bir tek şey söyleyeceğim bu konuda:
Benim yaptığım röportajı zahmet edip okuyanlar görecek ki, belden aşağı bir röportaj değil. Ama Emin Çölaşan bana belden aşağı vurmak için 32 takla atıyor. Olmadığını bildiği bütün ihtimalleri kullanarak! Ayrıca bilmesi gerekir ki, bekaret tartışması siyasi bir tartışmaydı. O bakanın bekaret kontrolü yapılması doğaldır, demeye ahlaken hakkı yoktu, siyaseten de yoktu. Emin Çölaşan bize, basında beğenmediği yazarlara, saldırmak için bu konuda haksız bir bakanın söylediklerine mahkum kaldıysa yazıklar olsun ona!
Ayrıca, bir bakanın böyle bir laf etmesi dünyanın her tarafında haberdir. Ayrıca bir haberi değerlendirmek okurların hakkıdır, ‘‘kerameti kendinden menkul’’ köşe yazarlarının değil. Bu röportaj yayınlanalı neredeyse bir ay oldu. Hiç kimseden ses seda çıkmadı. Hiç kimse olumlu ya da olumsuz fikir beyan etmedi, ne zamanki Levent Kırca skeç yaptı, ondan sonra kıyamet koptu. Benim röportajımda bir bakanın gönüllü olarak açıkladığından başka hiçbir şey yoktu. Takdir edersiniz ki böyle bir şeyi söyletmek için bir insanın gırtlağına çökemezsiniz.
Ama sonradan Işılay Saygın'ın başına gelenlere ben de üzüldüm.
Yapabileceğim bir şey yoktu.
Ama onu korumak için kendimi harcatmaya da hiç niyetim yok...
O kaseti, aksini söyleyenin kulağına sokarım!
Kaçınılmaz ek
Ayşe Arman'ın, Işılay Saygın'la yapacağı röportaj öncesi sorulacak sorular üzerine konuştuk. Ayşe Arman ve editör arkadaşlarımla birlikte ısrarla üzerinde durduğumuz soruydu sayın bakanın bekareti meselesi! İster cevap verirdi, ister vermezdi, ama gazeteci olarak sormalıydık. Çünkü Işılay Saygın, yakın zamanda bekaret kontrolünün zorunluluğu üzerinde fırtınalar kopartmıştı. Sorunun cevabı, röportaj kasetinde ve fazlasıyla geldi. Ayşe Arman'ın röportajı için önerdiği başlığı, Hürriyet Pazar yazı işleri olarak uygun bulduk, yayınladık. Ortada olan, bir kadın bakanın özel hayatı değil, kadından ve aileden sorumlu olan bir bakanın bekaret meselesine bakış açısının sonucu olarak ortaya çıkan gazetecilik çalışmasıdır. Kasetiyle belgelidir. Bütün Türkiye de günlerdir bunu konuşmaktadır. Gerisi laf-ı güzaftır...
NEYYİRE ÖZKAN
Paylaş