Paylaş
‘Ahh Kalbim’ ve ‘Al Sana Aşk!’ kitaplarının yazarı. Bence yazdığı romantik komediler, film ve dizi yapılabilecek kadar iyi. İki kitabının ana karakteri Aylin, Meriç’in ta kendisi aslında. O bir ‘anti-kahraman’. Biraz Bridget Jones aslında. Öyle çok yılan gibi seksi 90-60-90 değil, kilolu, tombul, enerjik ve hayat dolu... Evliyken aldatılıyor. Üstelik o sırada hamile. Başına gelmeyen kalmıyor yani. Çok sürünüyor, acılar çekiyor, bir buçuk sene her gün ağlıyor ama sonra yeniden âşık oluyor. Hem de kendisinden genç bir spor hocasına. Şimdi deli gibi âşık ve çok mutlu. Kitaplarında kendi hayatından kesitler okuyorsunuz. Yazdıkları da umut veriyor. Mesela, “Tombullar da şahane adamları kapabilir” diyor. “Aldatılmak dünyanın sonu değil” diyor. Bir de “Zayıflıklarınız sizin en kuvvetli tarafınız olabilir! Onları bir madalyon gibi göğsünüzde taşımayı bilmelisiniz” diyor!
Sana ‘Mericit Jones’ diyorlar. Neden?
- Oooo pek çok sebebi var! Benimle tanışan herkesin beşinci dakikada anlayacağı kadar sakar bir kadınım, oburum -o yüzden de 13 üç yaşından beri diyetteyim, söylememem gereken şeyleri ağzımdan kaçırırım, âşık olunca elim ayağıma dolaşır. Övünmek gibi olmasın, bu konularda Bridget Jones bile elime su dökemez! O zaman ‘Mericit Jones’ diyorlar.
Çok da komiksin... Kitapların da öyle. ‘Ahh Kalbim’ ilk kitabın, ‘Al Sana Aşk!’ da ikincisi. ‘Ahh Kalbim’de çocuklu, tombul ve terk edilmiş Aylin’in, ailesinin yanına döndükten sonra yeniden aşkı bulması anlatılıyor. O Aylin sen misin?
- Nereden anladın? Tombul olduğum için mi? (Gülüyor) Evet, o Aylin benim! Hikâye tamamen benim hayatımdan esinlenen bir kurgu. Ben de onun yaşadıklarına benzer şeyler yaşadım.
Aldatıldın yani...
- Hem de hamileyken! Eski eşim Kanadalıydı. Evlendik, Kanada’ya yerleştim. Evliliğimizin üçüncü yılında hamile kaldım, her şey yolundaydı, nasıl mutluyuz anlatamam. Yani ben öyle sanıyorum! Bir gün işten geldim, telefon çaldı. Telefondaki adam, “İsterseniz oturun, size önemli bir şey söylemem lazım!” dedi. Ben pazarlamacı filan sandım. “Yok ben rahatım, siz anlatın, ben dinliyorum” dedim. “Sizin kocanız, benim karımla beraber!” dedi. Elimde kocaman cam bir kâse vardı, salata yapıyordum o anda, nasıl şoke olduysam, kâse elimden yere düştü, şangır şungur etrafa yayıldı, sos üstüme sıçradı. Hani “Kennedy’nin ya da Lady Diana’nın öldüğünü öğrendiğinde üzerinde ne vardı” diye sorarlar, olayın şokundan bütün detayları hatırlarsın, ben de, kâsenin ağır çekimle elimden düştüğü o anı öyle net hatırlıyorum. Üzerimde açık renk bir elbise vardı, adam konuşmaya devam ediyordu. Benim tek düşünebildiğim, o salata lekesinin elbiseden çıkmayacağıydı... Baktım benim eski koca Romeo olmuş, Juliette’ini bulmuş!
Neler hissettin?
- Of of offff. Ne sen sor ne ben anlatayım... Ayağımın altından halıyı çekmişler, daha doğrusu, beni de o halıyla balkondan silkelemişler gibi hissettim. Âşık oldum diye her şeyi bırakıp Kanada’ya yerleşmişim, güya acayip mutluyduk filan. Yahu daha dün, birbirimizi çok seviyorduk, bugün ne oldu da başka birine âşık oldun? Üstelik hamileyim!!!
Yine de bebeğini doğurdun. O evliliğin yürümeyebileceğini bile bile çocuk doğurmaya karar vermek büyük bir cesaret değil mi?
- Cesaret mi değil mi, bilmiyorum. Hayatta hiçbir şeyi bu kadar uzun boylu düşünmedim. Bu kararı verirken o kadar yalnızdım ki, kendi kendime bir işaret arayıp duruyordum. İki kedim vardı, gidip iki devasa poşet kedi maması alıp, evin merdivenlerinde dikiliyordum. Poşetleri görsen, kurşun gibi. Henüz bir buçuk aylık hamileyim, en riskli dönem. Kendi kendime diyordum ki, “Bu poşetleri ikinci kata çıkardığımda bebek düşmemiş olursa, demek ki bu bebeği doğurmam gerek!” Şimdi o zamanki halimi düşününce, o kırgın, çaresiz kadına sıkı sıkı sarılasım geliyor. Onu “Sakın üzülme, her şey sonunda iyi olacak” diye teselli etmek istiyorum. Bütün o ikilemlerin sonunda kızımı her ne olursa olsun doğurmaya karar verdim. İyi ki de yapmışım çünkü dünya tatlısı, şahane bir kızım var.
Ve tabii sen, kocanın başka biriyle aşk yaşadığını öğrenince ayrılmaya karar verdin.
- Yok canım, neredeee? O işler öyle mantıkla olmuyor. “Sen hamile kalınca, kendimi kapana kıstırılmış hissettim ama ben seni seviyorum” dedi eski koca. Ben de ona inanmaya dünden hazırdım. Bebek doğdu, henüz iki aylıkken bir gün adam bilgisayarını açık unuttu, beni de şeytan dürttü. Baktım, ooo, benim eski koca, Romeo olmuş, Juliette’ini bulmuş, ne muhabbetler, ne muhabbetler! “Bebeği aldım, çıktım evden...”
N’aptın peki?
- Türkiye’ye döndüm. Tutkuyla bağlı olduğunuz bir ilişki, siz istemeden bittiyse o ilişkinin ardından sanki o sevdiğiniz ölmüş gibi çok derin bir yas tutuyorsunuz. Ben de o yası dibine kadar tuttum. Ayrıldıktan sonra yaklaşık bir buçuk sene her sabah ağlayarak uyandım, her gece de ağlayarak uyudum. Ama sonuçta bir bebeğim vardı, yatakta ağla ağla, nereye kadar. Hayatıma devam ettim, işe gidip geldim, bebekle ilgilendim, “Ay senin o hayırsız kocan!” diye bana göstere göstere acıyan tanıdıklarıma tahammül ettim. Bunların hiçbiri umurumda değilmiş gibi davrandım, yapabileceğim başka da bir şey yoktu. Ama sonra bir gün, güneş doğdu haneme...
Nasıl yani?
- Yeniden âşık oldum! Zaten eski kocayı da ancak o zaman tam anlamıyla affedebildim. İntikam almak, öfke duymak pek benlik işler değildi ama kırgındım ona, fakat bir başkasına âşık olunca, o da bir anda buharlaşıp gitti. Önceleri platonik, uzaktan uzağa bir aşktı. Kalbimin hâlâ birisi için atabildiğini hissetmek benim için öyle mucizevi bir şeydi ki... Yeniden âşık olabiliyorsam, geçmişte her ne yaşadıysam yaşayayım, benim için umut var demekti. Bu bir trafik kazasından çıkıp da, üstünü başını kontrol edip kalıcı hasar olmadığını görüp rahatlamak gibiydi. Hayatımı eski kocan olmadığımı ispat etmeye çalışarak geçiremem!
Peki yaşadıklarını yazmaya nasıl karar verdin?
- Âşık olunca kendimi tutamıyorum ben, durmadan herkese âşık olduğum o çekik gözlü adamı anlatıyordum. Bir gün bir arkadaşım, “Sen bize bu anlattıklarını romantik komedi olarak yazsana” dedi. Yazdığım romantik komedi senaryosu bir yere varmadı ama hikâyeye kıyamadım, kendimi eğlendirmek için bu kitabın ilk bölümünü yazdım.
Yeni bir aşk yaşıyorsun, iyi hoş da... Bir önceki tecrübeden hiç korkmuyor muydun “Ya yeniden aldatılırsam” diye?
- Korkmaz mıyım? Bir yandan sırılsıklam âşığım, bir yandan deli gibi kıskanıyorum. Adam muhteşem vücutlu bir spor hocası. Spor salonunda neredeyse katil olacağım! Zargana gibi kızlar geliyor, spor hocası olan sevgilime, “Hocam, sizinle antrenman buddy olalım mı” diyorlar. Ben o kızları, o dambıllarla döve döve öldürmeyi hayal ediyorum! Bir gün koşu bandında yürüyorum, benimki arkamdan geçti. Tam yanımda iki kadın buna baktılar, biri şöyle dedi: “Var ya, bu hocayı alacaksın, biblo gibi televizyonun üstüne koyacaksın, gelip bakacaksın, gidip bakacaksın.” Neredeyse sinirden koşu bandından aşağı yuvarlanıyordum. Sevgilim, baktı olacak gibi değil, aldı beni karşısına, “Bak” dedi, “Ben hayatımı senin eski kocan olmadığımı ispat etmeye çalışarak geçiremem. Bana güvenmek zorundasın”. Ben de ona güvenmeyi seçtim.
Yeniden aynı şeyleri yaşamaktan mı korktun?
- Evet. Ama onu bırakıp gidemeyecek kadar da âşıktım. İyi ki de gitmemişim. Ona âşık olduğuma hiç pişman olmadım. Karşıma o çıkmamış olsaydı, öfkeli, kırgın bir kadın olur çıkardım. Hatta “İyi ki aldatılmışım!” diyorum, iyi ki tüm bunları yaşamışım! Sevdiğim herkesten binlerce kilometre uzakta, vasat bir evlilikte hayatımı tüketecektim ve asla şu an olduğum kadar mutlu ve huzurlu olamayacaktım.
Romantik komedilerin çoğunda erkek çok yakışıklıdır, kız ise genç ve çok güzel. Aslında buradan bakarsak senin hikâyen diğer romantik komedilerden ayrılıyor, kahramanın Aylin pek de güzel değil, boşandıktan sonra kendini salıvermiş, tombul, kusurlu.
- (Gülüyor) Aşk, güzel kadınların tekelinde değil ki! Bir kadın, güzel değilse de, evlenip boşandıysa da âşık olabiliyor. Çocuk doğurdu diye o kalp atmayı durduruyor mu? Durdurmuyor. Aylin’in kitapta birine çılgınca âşık olmasında şaşılacak bir şey yok, sadece Aylin bu haliyle birinin ona âşık olmasını hiç beklemiyor. Yine de aşkına karşılık buluyor. Gerçek hayatta böyle şeyler olmuyor mu? Gerçek hayatta, sen âşık olduğum adamın eski sevgililerini görsen, kızların hepsinin bacak boyu benim boyum kadar! “Bu adamın, o kızlar dururken benimle ne işi var, kesin bana tekmeyi basacak!” diyordum. Ancak o bana, “Beni her gördüğünde gözlerinin içi gülüyordu. O kızların hiçbiri bana, senin baktığın gibi bakmadı” dedi. Aslında düşünsene, bir erkek için kadının aşk dolu bakışından daha büyük bir iltifat var mı?
ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ TOMBUL, PATAVATSIZ VE FECİ SAKARIM
Ve sonra birlikte de bir çocuğunuz oldu...
-Evet, Boramız dünyaya geldi.
Yoğun bir işin, iki çocuğun varken, ne ara vakit buldun da ikinci kitabı yazdın?
- İlk kitabı bitirene kadar neredeyse sekiz ay her akşam herkes uyuduktan sonra yazdım. ‘Al Sana Aşk’ı yazarkense artık yazma disiplinim oturmuştu, geceleri yazmaya alışmıştım.
Kitaplarında eğlenceli, komplekssiz bir kadın var. Yaşadıklarını böylesine büyük bir açıksözlülükle, kendinle dalga geçerek yazmak zor değil miydi?
- Ben çocukluğumdan beri tombul, patavatsız ve feci sakarım. Çantamın karmaşasını gören biri, “O çantada zeytinyağlı dolma da var mı” diye sormuştu. Öyle sakarım ki, işyerinde toplantıya girince yanımda ve karşımda oturanlar hemen sularını, çaylarını benden uzağa çekerler. Biriyle tanıştığımda ne kadar korkunç araba kullandığımı, evimin dağınıklığında çocuklarımı kaybetsem ancak bir hafta sonra bulabileceğimi, asla ve asla yenilebilir bir yemek pişiremediğimi ballandıra ballandıra anlatırım. Bir arkadaşım, “Zayıflıklarını madalya gibi gururla göğsünde taşıyorsun!” demişti. Öyle. Ben etrafımdakileri güldürmeyi seviyorum. En iyi malzemenin de insanın kendisi olduğunu düşünüyorum.
KANSER BABASINI KENDİ SÜTÜYLE BESLEYEN KIZ
Bir süre önce kaybettiğin babana, kanser tedavisi sırasında anne sütüyle destek olmuşsun.
- Evet, öyle yaptım. Benim babam pilottu. 2009’da prostat kanserine yakalandı. Ameliyat oldu ve tekrar uçmaya başladı. Kendini hiç bırakmadı. Doktoru ne dediyse de dinledik, babamın tedavisine destek olduk, sonunda da kanserin geride kaldığına inandık. Unuttuk gitti. 2014’e kadar. Kanserde beş yıllık evreler varmış, her beş senede bir, kanser tekrarlayabilirmiş, öyle dediler sonradan. Testler yapıldı ve babamın prostat kanserinin akciğere, beyne ve beyinciğe sıçradığını öğrendik. Bir doktor, “Her şeye hazırlayın kendinizi, en fazla altı ay yaşar!” dedi. Deliler gibi ağladık. Doğum iznimin son haftalarıydı, oğlumu hâlâ emziriyordum. Babamın morali pek iyi değildi, oğluma bakıp “Bora çabuk büyü, beni hatırla” diyordu mesela. Ona belli etmemek için mutfağa kapanıp yine ağlıyorduk. Ama sonra ağlamanın hiçbirimize bir faydası olmayacağını anlayınca araştırmaya başladım. İsveç’teki Lund Üniversitesi’nin yürüttüğü bir araştırmada, anne sütünde bulunan human alpha-lactalbumin (HAMLET) adlı bir maddenin tümör hücrelerini öldürdüğü ve kanserle savaşmada etkili olduğunu okudum. Hatta ilaç şirketleri kansere karşı anne sütü hapı geliştirilmesi çalışmasına başlamış. İngiltere’de bir kız vardı mesela, her gün babası için süt sağıp, ona içiriyordu. Babama bu araştırmaları gösterdim. “İşe yarayacağını düşünüyorsan denerim” dedi.
Sen de babana, her gün sağdığın kendi sütünü veriyordun yani.
- Evet. Tam 1.5 sene boyunca sütümü sağdım, verdim. Oğluma bakıp “Dedesiyle sütkardeş oldu” diye düşünüyordum içimden. Sütü götürmek için her gün babama gidiyordum, uzun uzun konuşuyorduk, hayatımızda hiç olmadığımız kadar yakınlaşmıştık. Zamanla tümörler küçüldü. Ne var ki, bir yere kadar, bir süre önce babamı kaybettim. Ama anne sütünün onun tedavisindeki olumlu etkilerini yadsıyamam.
BABAMA HEDİYE!
‘Al Sana Aşk’ı babana ithaf etmişsin. Bunun özel bir sebebi var mı?
- İlk kitabı yazmaya başladığımda, babamın kanserinin beş yıl sonra yeniden nüksettiğini öğrenmiştim ve çok korkuyordum. Babam, beni yazmam için çok destekledi. Kitap çıktığında da benimle gurur duyduğunu biliyorum. Durmadan bana “Sakın ara verme, bir kez yazmaktan soğursan tekrar başlayamazsın” diyordu. İkinci kitaba biraz da onun cesaretlendirmesiyle başladım. Bu kitabı teslim etmek üzere olduğum dönemde de babam bir beyin kanaması geçirdi ve ben son düzeltmeleri hastanede, onun yatağının yanında yaptım. Kişisel gelişim kitapları filan hikâye. Bence bu hayattaki en büyük kişisel gelişim, sevdiğiniz birinin hasta yatağının yanında oturup, çaresizce onun iyileşmesini beklemek. Bu kitabı babama hediye etmek istedim...
BEZELYELİ SOMON KÖFTE DE NE?
Aylin, ikinci kitapta anneliğini sorguluyor. Sence sen nasıl bir annesin?
- Çocuklarıma ölüyorum tabii. Ama herkese ve her şeye yetişebilen süper annelerden değilim. Mesela iyi yemek yapan arkadaşlarıma nasıl imreniyorum anlatamam. Bir gün özendim, kızıma, tarife baka baka bezelyeli somon köfte yapmaya kalkıştım. Yahu, bezelyeli somon köfte ne? Daha basit bir şeyden başlasana, değil mi? Yok, ben ille de fantastik bir şey yapacağım. Önce bezelyeleri koymayı unuttum, sonra köfteleri yaktım. Kızıma dedim ki, “Boş veeer, bu dünyada annen için yemek yapmak için yanıp tutuşan bir dolu erkek var. Dönerci Kamil Usta, Balıkçı Yüksel, pastaneci Adil... Ne istiyorsak açar telefonu söyleriz.” Çok güldü.
YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİKLERİM
Aldatılmak ya da boşanmak, dünyada başımıza gelebilecek en kötü şey değil. En kötü şey, sevilmediğini bildiğin bir evliliği zorla yürütmeye çalışarak, hayatını tüketmek! Olmuyorsa olmuyor, buna takılıp kalmamak, hayata devam etmeye cesaret etmek gerek. m Bir ilişkide canımız çok yanmış olabilir. Ancak sonrasında eğer mutlu olmak istiyorsak, aynı şeyi yaşamak istemiyorsak, önceki ilişkimizde, bizim de yanlış yaptığımız bir şey var mı, onu görmek gerek. Görmezsek, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacağız çünkü. Ben yeniden âşık olduğumda bu yeni ilişkinin yürüyeceğine inandım. Sadece karşımdaki adam başka biri olduğu için değil, ben de artık daha farklı bir insan olduğum için. m İlişkilerde sadece sana iyi davranan insandan korkacaksın. Çünkü aşk bitiyor, o zaman senin de o kötü davrandığı insanlardan bir farkın kalmıyor.
Paylaş