O, bir anda parlayan yıldızlardan değil. Olaylara getirdiği açıklamalarla her geçen gün biraz daha fazla dikkat çeken, sağduyulu, sakin, aydınlık yüzlü ve düşünceli bir akademisyen, bir sosyalist, "Birikim"ci. Toplumsal seslerin yükseldiği olaylarda "Acaba ne diyor?" diye okuma ihtiyacını giderek daha çok duyduğumuz bir isim. Türkiye’nin içinde bulunduğu türbülansı konuştuk...Kendinizi hangi sıfatla tanımlıyorsunuz?- Ben sosyalistim.
İyi ama bir sürü insan sizi "liberal" olarak algılıyor.- Bu onların sorunu. Eskiden "komünist" derlerdi, şimdi "liberal" diyorlar. Liberallik, artık devlet düşmanlığı yerine geçiyor. Küfür niyetine. Fikrine katılmadıklarını, sosyalistleri, özgürlükçüleri "liberal sepeti" içine koyma kolaycılığına kaçanlar, bazen bana da "liberal" ya da "ikinci cumhuriyetçi" diyor.
Siz türbanın yasaklanmasına karşı çıkan bir akademisyensiniz...
- Evet öyleyim. Türbanın üniversitelerde serbest olması konusundaki tavrım zaten biliniyor. Ben, türbanın, başörtüsünün, sakalın, bıyığın üniversite öğrencilerine yasaklanmasını "gericilik" olarak değerlendiriyorum. Hem de tartışılmaz biçimde otoriter gericilik. Üniversite öğrencilerine türbanı yasaklayan zihniyet, başka yasakları da meşru görür.
Buna rağmen, türban konusunda AKP’yi destekleyen bildiriye imza atmadınız?- Maalesef atmadım tabii...
Neden?- Çünkü AKP’nin tek başına türbanı gündeme getirip çözüm aramasını, önümüzdeki dönemde üniversitelerdeki diğer özgürlükleri -türban dahil- tehlikeye atacağına inanıyorum.
Nasıl yani?- AKP, seçimde özgürleşme paketi ile vaat ettiklerini yerine getirmedi. 12 Eylül rejimine son verecekti. Temel hak ve özgürlüklere daha saygılı olacaktı. Bu hak ve özgürlükleri genişletecek, Kürt sorununu da çözecekti. Orta eğitimdeki zorunlu din dersi sorununu ortadan kaldırabilirdi. Alevilerin beklentilerine cevap verecekti. Vakıflar Yasası yoluyla gayrimüslimlerin yaşadığı hak ihlallerine çözüm bulacaktı. Üniversitelerin Milli Güvenlik Kurulu’ymuş gibi çalışan YÖK gibi bir kurumu normal demokratik temellere oturtacaktı. Rektörleri eyalet valisi konumundan çıkartacaktı. Biz AKP’den bütün bu saydığım özgürleştirme paketini Anayasa değişikliğiyle teminat almasını beklerken, onlar tuttu iki tane Anayasa değişikliği yaptı. İkisi de sadece kendilerini ilgilendiren konularda. Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi ve şimdi de türban...
Bu yüzden mi imzalamadınız?- Tabii ki bu yüzden. Türban sorununun, 6 ay sonra kapsamlı bir Anayasa değişikliği içinde çözümlenmesi çok daha anlamlı olurdu. Türbanı simge haline getirmekten kurtarırdı. Ama yapmadı. Sadece kendi lehine iki değişiklikle yetineceğini gösterdi. Bunun adı da, kelimenin tam ve gerçek anlamıyla fırsatçılıktır.
Sizin kızdığınız bu fırsatçılık mı?- Evet. Yoksa türbanın üniversitede serbest olmasını başından beri savunuyorum.
Peki siz imzalamayınca insanlar şaşırmadı mı?- Şaşıranlar oldu. Eğer dar bir açıdan bakarsanız, türbanı serbest bırakan bildiri metnini imzalamamam genel olarak savunduklarıma ters düşüyor. Ama bu girişimin, çok daha uzun bir dönem türbanın serbest bırakılmasını erteleyecek bir tehlike yarattığı kanısındayım. YÖK Yasası vesilesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından yeniden iptali gündeme gelirse, o zaman çok uzun yıllar türbanın üniversitede serbest olması imkansız hale gelecek. Türban engellenince, diğer özgürlükler de gündeme gelmeyecek.
Peki sizin, türban üniversiteye girerse gerisi gelir, liseye de iner, kamuya da sıçrar gibi endişeleriniz yok mu?- Şimdi bu ayrı bir sorun. Yasaklayarak çözemeyiz. Mücadele etmeliyiz. Eğer türbanı ortaokula, liseye sokmaya çalışırlarsa mücadele edeceğiz. Oruç tutmuyor diye adam döverlerse mücadele edeceğiz...
Üniversitede türban serbest olunca, bir süre sonra "Neden liselerde serbest değil?" problemi yaratmayacak mı?- Bakın, korkularla bir yere varmak mümkün değil. Aslolan yasaklamak değil, toplumsal mücadele vermektir.
Türban sadece bir kıyafet sorunu mu sizce?- Üniversiteliler söz konusu olduğunda evet öyle. Böyle değerlendirilmek zorunda. Toplumda yasak olan simgeler üniversitede de yasak olmalı. Diyorlar ki "Öğrenci Nazi haçıyla gelirse ne olur?" Gelemez, gelmemeli. Çünkü Almanya’da evinde bulundurmak dahi suç. Bir öğrenci "Kürtlere ölüm!" yazan bir tişörtle okula gelemez. Çünkü o tişörtle sokakta da yürüyemez, suçtur. Ama türban, Türkiye’de bir suç unsuru değil ki. Bir insanın sokakta türbanla yürüme hakkı varsa, üniversiteye girme hakkı da olmalı. Ayrıca şu da var: Türkiye’de devrim yasaları çerçevesinde fesli bir öğrenci üniversiteye gidemez, yasaktır. Ama şu anda türban için öyle bir şey söz konusu değil. Benim nezdimde türbanlı bir öğrenci özgürleşmiş insan anlamına gelmez ama ben türbansız öğrenciler arasında çok daha gerici, faşizan öğrenciler olduğunu da bilirim.
Yani sizce hiçbir şekilde türbanın simge fonksiyonu yok mu?- Önümüzdeki dönemde bu yasaklar sürerse çok daha fazla simge haline gelecek. Çünkü yasaklar, yasaklanan şeyin fetiş haline gelmesine yol açar.
Sadece türbanı yasaklatmak isteyenler mi hatalı? Tarihi sürecin, Erbakan’ın, Şule Yüksel Şenler’in, üniversite kapılarında türbanlı eylem yapan kızların hiç mi suçu yok?- Tarihi gelişmeler ne olursa olsun, 1989’da korkunç bir hata yapıldı: Türban yasaklandı. Böyle bir yasağın gelmesi otoriter ve baskıcı bir zihniyetin bize bıraktığı bir "halt"tır. O "halt"ı ettiler, şimdi bize temizlemesi düşüyor. Bekledikçe bu "halt"ın bedeli artıyor. Siz Erbakan gibi bir fırsatçıdan daha fazla özgürlükçü olursanız, Erbakan ve onun gibilerin özgürlükler teması üzerinden rant sağlamasını engellersiniz. Aslında bütün siyasetçiler fırsatçıdır. Çiller de öyleydi, Tayyip Erdoğan da öyle, Baykal da öyle. Oyunun kuralı budur, siyasiler fırsatları değerlendirir...
Yani "yasakçı zihniyet", "fırsatçı zihniyet"ten daha kötü, öyle mi?- Evet aynen öyle düşünüyorum. Yasaklamak, o sorunun o toplumda birikmesine ve irin haline dönüşmesine neden olur.
Peki fırsatçıların sorun yaratmayacağından nasıl emin olabiliyorsunuz?- Peki siz yasaklamanın sorunu çözdüğünden nasıl emin olabilirsiniz? O zaman her şeyi yasaklayalım, kurtulalım. Hiç meselemiz kalmasın! Bakın, bizim iyi kötü 80 küsur yıllık bir demokrasi tarihimiz var. Demokrasinin olmadığı ülkelerle aramızda büyük fark var. Mesela Mısır. Onlar çok daha fazla korku içinde, çünkü yasakları bize göre çok daha fazla. Mısır’dakiler "Başımıza İslamcı bir tehdit gelecek mi?" diye bizden çok daha fazla korkuyor, korkmakta da haklılar.
Ya İran?- Şah’ın demokrasi düşmanlığını, yasaklarını hatırlamıyor musunuz? Demek ki yasaklamak hiçbir şeye çare olmuyor. Çözüm değil. Ardından daha fenası geliyor.
DİNİ YASAK YASAK SAYILMIYOR MU?
Türban için "dini vecibe" deniyor, takmamak yasak yani. Bu da sizin çok rahatsız olduğunuz "yasaklar" gibi bir şey değil mi?- Elbette.
Peki her türlü yasağa karşı çıkan liberaller ve özgürlükçüler buna niye karşı çıkmıyorlar?- Çünkü bu, insanın kendisine koyduğu bir yasak. Ben insanın kendisine koyduğu bir yasağa nasıl karışabilirim? "Hayatım boyunca cinsel ilişkiye girmeyeceğim" diyorsa, kendisine bir yasak koyuyorsa, ben bunu nasıl eleştiririm? Evet bir tuhaflık var ama ben bunu düzeltemem ki. Dini düşüncelerle, düşünce planında mücadele edilir.
İKİSİ DE AYNI ŞEKİLDE DOGMATİK
Biri, "Karşımda mini etekli bir kadın görmeye dayanamıyorum, bütün kimyam bozuluyor, hayatım kararıyor" diyorsa, öteki de "Türbanlı bir kadın gördüğümde iptal oluyorum, dengem bozuluyor, hiç hoşuma gitmiyor" diyorsa, bu iki insan da aynı dogmatik düzlemde yer alıyor demektir.ÜNİVERSİTELERDE TÜRBAN KIYAMETİ KOPACAKTürban meselesi ciddi bölünmelere yok açar mı?- Açtı zaten.
Dahası olur mu?- Olur. Bu şekilde devam ederse olur. Önümüzdeki dönemde bu türbanla ilgili düzenlemeler geçerse, Anayasa Mahkemesi’nin kararını beklemeden üniversitelerimizin hepsinde ciddi kamplaşmalar olacaktır. Kimi rektörler, türbana karşı şahinlik yaparak kapılarda türbanlı öğrencileri almamak için nöbet tutacaktır. Kimi öğretim üyeleri de onları sınıftan atacaktır. Öğretim üyeleri arasında da çatışma çıkacaktır. Kıyamet kopacaktır.
Kürt meselesinden daha vahim sonuçlar doğurabilir mi?- Hayır etnik çatışma, kültürel çatışmadan her zaman daha tehlikeli. Kürt meselesi çok daha vahim sonuçlar doğurur. Çünkü Kürt meselesi çözülmezse, orta vadede Türkiye’yi Yugoslavya olmaya götürür.
KİMİN İÇİN NEYİN ÖNEMLİ OLDUĞUNA BİZ KARAR VEREMEYİZ
Eğer türban sadece bir kıyafet sorunuysa, bu kadar diretmekte ne gerek var? Takılmasa ne olur? Bu kadar ısrar etmek neden? Bu ülkeyi bölme noktasına getirmek niye şart?...- Bu söylediğiniz şey, Türkiye’de bir dizi sorun için her zaman söylenmiştir. Ne gereği var, denmiştir. Ama insanların neye önem verdiğine biz karar veremeyiz. O zaman baskı rejimi başlar: "Bu önemlidir, bu önemsizdir, bu hak tanınır, bu hak tanınmaz, bu hak lükstür, bu hak değildir..."
HEM DİNDAR HEM ASTROFİZİKÇİÜniversite öğrencilerinin açık fikirli, dünyayı kavramaya çalışan kişiler olması gerekmiyor mu? - Evet ama öğrencilerin dindar olması, üniversite öğrencisi olmalarını engellemez. Ben dindar değilim, Allah’a da inanmıyorum, bunu açıkça da söylüyorum. Benim de kafam karışıyor: Amerika’da çok ünlü astrofizikçiler var, aynı zamanda çok da dindarlar. Bir astrofizikçi nasıl aynı zamanda çok dindar olabilir diye ben de düşünüyorum.
Nasıl olabilir?- Bilmiyorum. Demek ki ikisini de kafasında bağdaştırabilmiş, çözebilmiş. Bu bir varoluşsal sorun. Bunu sadece üniversite öğrencilerine indirgersek haksızlık etmiş oluruz.
İÇKİYE, BAŞI AÇIKLARA, MİNİ ETEĞE MÜDAHALE OLABİLİRPeki içki meselesi ne olacak?- Bakın o ayrı. "Ben Allah’a inanıyorum, dini istediğim şekilde yaşayacağım, kimseye empoze etmeyeceğim" derse biri, buna karışamazsınız. Ama sizin içki içmenize, mini etekle dolaşmanıza, başı açık gezmenize müdahale etmeye başlarsa, orda da yasakçılık var demektir. Tabii ki onunla mücadele etmek gerekir.
Peki böyle bir ihtimal var mı yok mu?- Ne yazık ki var.
AKP DEMORKASİ MÜCAHİDİ DEĞİLHiçbir zaman AKP’yi "demokrasi mücahidi" olarak görmedim. AKP aynı zamanda muhafazakar. Bunu da saklamıyor. Muhafazakarlığı güçlü bir otoriter geleneğe dayalı. Milliyetçiliğe de dayalı. Zaten MHP ve AKP’nin tabanları arasında büyük geçişler var. Türk toplumundaki eğilimlerden AKP de yeterince payını almış durumda. AKP içinde elbette baskıcı eğilim var. Bu da bizim mücadele etmemiz gereken bir şey.Sorbonne Üniversitesi’nde rektör yardımcısıyken Türkiye’ye döndümNe zaman, hangi vesileyle solcu oldunuz?- Ailemin teşvikiyle... desem yeridir! 1955 doğumluyum. Bizim evde kendimi bildim bileli rüzgar soldan eserdi. Bizimkiler her türlü eşitsizliğe, haksızlığa karşı insanlardı. Eve 10-12 gazete girerdi. "Ezilenler" küçükken en çok duyduğum kelimelerden biriydi. Annem ve babam 1965’te TİP’e oy vermişti, tam olarak neyin ne olduğunu bilmesem de İşçi Partisi’ne sempatiyle bakmaya başladım.
Anne-baba ne iş yapıyor? Eve neden bu kadar gazete giriyor?- Babam Toprak Mahsulleri Ofisi’nde müfettiş, amcam ise eski gazeteci, o yüzden. Kurtuluş’ta üç katlı bir ev. En altta ninem, ortada amcam, en üstte biz oturuyoruz. Aslında CHP’li bir aile ama TİP’e oy vermişlikleri var, armut dibine düş misali.
Okul yılları?- Ortaokul Saint Michel, lise Galatasaray. Giderek sola yakınlığım arttı. Ama o yıllarda daha henüz lisede örgütlenmeler başlamamıştı, benimki şahsi sempatizanlık.
Galatasaray’dan size kalan ne?- Özgüven. Bu lise, öğrencilerine müthiş bir özgüven aşılar. Öyle bir şeydir ki, dışarıdakiler tarafından kibir olarak bile algılanır. Hiçbir bilgiye ve beceriye dayanmayan kaba bir özgüvenden söz etmiyorum. Çünkü öyleleri de çıkar bizden.
Başka?- Otoriteyi çok da ciddiye almamak. Bize gerçek otoritenin, baskı değil sevgi temeli üzerinde yükselmesi gerektiği öğretildi. O yüzden otoriteyi çok fazla takmazlar. Bir de bütün yatılı okullarda olan öğrenci dayanışması, arkadaşlık ve ayrı dünyalardan gelsen de o arkadaşlığa sadakat.
Bu aidiyet ruhunuzun derinliklerine işlemiş durumda mı?- Aman aman hayır! Umarım işlememiştir! "Damarımı kesseniz, sarı kırmızı akar" diyenlerden değilim, olmak da istemem. Çünkü bir şey ruhunuzun derinliklerine çok nüfuz etti mi şovenizm başlar. Bütün şovenizmler akla zarardır. Ama tabii şunu da söyleyeyim: Galatasaraylılar hem dış dünyayla çok yakın temas halindedir hem de kendilerini iliklerine kadar Türkiyeli hissederler. Bir kısmı işi şovenizme döker, bir kısmı da Türkiye’nin sorunlarını çözmek için kendini misyon sahibi addeder. Ben o ikinci gruba giriyorum.
Sonra?- Cebimde diploma ile Sorbonne’a gittim, Marksist iktisat okumaya...
Fransa yıllarından size kalan...- Fransa’da 68’i doğrudan yaşamadım ama 68’in otorite karşıtı, eşitlikçi ama daha çok özgürlükçü yaklaşımının etkisinde kaldım. Bir taraftan Foucault ciddi bir otorite eleştirisi başlatmıştı, diğer taraftan Althusser kalıplaşmış marksizmi sorguluyordu. Onlar bana eleştirel düşünce refleksi kazandırdı. Örgütlenme nedir, komünist partisi nedir bunları öğrendim. Bu arada Fransız Komünist Partisi’ne de üye oldum.
Neden "Fransız" Komünist Partisi’ne üye oldunuz?- Hangi ülkede yaşıyorsam, o ülkenin kurumlarında mücadele etmeyi tercih ediyorum. O yüzden önce Öğretim Elemanları Sendikası’nda sonra İşçi Sendikası’nda yıllarca çalıştım, yöneticilik yaptım.
Toplam kaç yıl kaldınız?- Rektör yardımcılığı görevim sona erdikten sonra Türkiye’ye döndüm, Galatasaray Üniversitesi’ne. Demek ki 26-27 yıl kalmışım Fransa’da...
Efendim yoksa bir Fransız’la mı konuşuyorum!
- Öyle değil, 23 yaşından beri Murat Belge ve Ömer Laçiner vasıtasıyla Birikim Dergisi’yle ilişki içindeyim. Dolayısıyla Türkiye’den koptuğum söylenemez. Aslında Fransa’da kalmaya da niyetli değildim. Doktora öğrencisiyken, Sencer Divitçioğlu ve Asaf Savaş Akat’ın bulunduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki kürsüye asistan olarak gelecektim ama 1980 darbesinden sonra, hocaları üniversiteden attılar. Bana da "Gelme, galiba biz oraya gelmek zorunda kalacağız!" dediler. 12 Eylül yüzünden dönemedim.
İdealleriniz arasında akademisyen olmaktan başka bir şey yok muydu?- Marksist iktisatçı olmayı kafama koymuştum.
Halinizden memnunsunuz yani.- Akademisyen olmaktan memnunum ama bugünkü aklım olsaydı, herhalde daha çok siyaset felsefesine yönelirdim.
Akademisyenliğin sıkıcı tarafları yok mu?- Hayattan ne beklediğinize bakar. Hayatımda sadece akademik çalışmalar yoktu ki, hep başka şeyler de oldu. 1979’dan bu yana hayatımın en önemli ilişkisi, kimle, ne ile derseniz, ne üniversite ne başka bir şey, Birikim Dergisi. Dolayısıyla, bu soruya kendimi muhatap hissetmiyorum.
Peki ya aşk hayatı, evlilik filan?- İki kere evlendim. Ama Türklerle değil, karılarım Fransız’dı.
Çoluk çocuk?- İki çocuğum var. Biri 27, biri 30 yaşında. İki tane de torunum var.
Genç evlendiniz o zaman değil mi?- Evlenmek gerekmiyor biliyorsunuz Fransa’da çocuk yapmak için...
Evlilik dışı çocuklar mı?- Tabii ki. Çocuklar büyüdükten sonra evlendik.
Kaç yaşında baba oldunuz?- 21. Aşık olduğum kızın bir başkasından iki yaşında çocuğu vardı, sonra onu evlat edindim. Yani o benim oğlum, onu ben büyüttüm. 24 yaşında da ikinci çocuğumuz oldu.
Vayyyy. 20 yaşında, bu kadar gençken bu kadar büyük bir sorumluluğu nasıl üstlenebildiniz? Hiç korkmadınız mı?- Gençken hayata çok daha büyük bir güvenle bakılır. Ayrıca benim yetiştiğim dönem, gelecekle umudun çok güçlü olduğu yıllardı. Belki de cahil cüreti diyeceksiniz ama ben sonucundan memnunum. Hayatta yapmak istediğim hiçbir şeyi engellemedi.