Paylaş
Van depremi her şeyin üzerine tüy dikti.
Birbirinin üzerine geldi acılar. Hayat böyle bir şey. Hiç beklemediğin bir anda, hazırlıksızken, birdenbire tepene bir felaket düşüveriyor. Ya ailen gidiyor ya evin ya da travma seviyesinde çok büyük korku, acı yaşıyorsun...
Vahim olan şu: Yıllarca çalışmışsın, çabalamışsın, bir şeyler biriktirmişsin, bir aile kurmuşsun, kendine bir hayat inşa etmişsin, öyle ya da böyle, zengin bir hayat da olabilir, fakir de...
Ama senin hayatın...
Senin tırnaklarınla yarattığın, taş taş üstüne koyarak oluşturduğun bir hayat...
Ve 25 saniye içinde her şey değişiveriyor.
Yerle bir oluyor.
Sen artık hayatta, yalnız, evini, ailesini kaybetmiş, bir kadın, bir erkek, bir ana, bir baba, bir çocuk olarak dımdızlak kalıveriyorsun.
Düşünüyorum da...
Benim aklım almıyor...
Bunu kabullenebilmek o kadar zor bir şey ki...
Lanet olsun!
BİR kere daha lanet olsun!
Yine aynı deprem gerçeği...
Bazı binalar sapasağlam duruyor, bazıları yerle bir ya da iki saniye sonra yerle bir olacak kadar hasarlı.
Ahmet Mete Işıkara’nın atasözü: “Deprem öldürmez, bina öldürür!”
Yine bina öldürdü insanları, yine binalar çöktü, yine o binaların enkazı altında kalan insanlar öldü.
Son Japonya depreminde kimse binadan ölmedi, tsunamiden öldü. Diyeceksiniz ki, “Madem o kadar uzmanlar, tsunamiye karşı da önlem alsınlar.” Hiç merak etmeyin alacaklardır, zaten almışlar, 6 metrelik set yapmışlar, 9 metre olsaymış tsunamiden bu kadar zarar görmeyeceklermiş.
Eminim, o seti mutlaka gerekli yüksekliğe çıkaracaklar ve ona da önlem alacaklardır. Çünkü o insanlar depremle savaşıyorlar, biz başımıza geleni kabulleniyoruz.
Son soru: Peki sizin oturduğunuz bina, depreme ne kadar dayanıklı?
Evlat acısı mı dediniz?
PEK çok yazı yazıldı Güneydoğu’da hayatını kaybeden, şehit olan o gencecik çocukların ardından.
Hepsinde nefesim kesildi acıdan.
Ama bir tanesi vardı ki, Duygu S.’nin bana yolladığı bir mektup, galiba hiç bu kadar “içeriden” bir yazı okumamıştım.
Dağıldım, perişan oldum.
Allah kimseye, evlat acısı nedir yaşatmasın.
Kardeş acısı yaşatmasın.
Okuyunca anlayacaksınız neden söz istediğimi.
Bu topraklarda yaşayan herkes gibi ben de bu lanetli savaşın bir an önce bitmesini diliyorum.
Ama nasıl olacağı, bu yaşanan acıların nasıl sona ereceği hakkında hiçbir fikrim yok.
Günden güne umudum da azalıyor. Sizi Duygu ile baş başa bırakıyorum.
En çok da evladını kaybetmiş o anaları kucaklıyorum...
Ömrünü yitirmektir... Hayatı, toprağa gömmektir
“Evlat acısı”nı sadece sözlük anlamıyla bilenleredir bu yazı...
“Acımız büyüktür, acın acımdır” diyen ama 3 gün sonra unutanlaradır...
Evladını yitirmek, ömrünü yitirmektir.
Canının, canına-cana hasret kalmasıdır.
Sevgiliyi, canı, kanı, hayatı, aşkı toprağa gömmektir bir daha görememek bilinciyle. Kabullenememektir. Nefes alamamaktır. Burun direği sızlamasının âlâsıdır. Her sabah, kalbe bıçak saplanmasıyla uyanmaktır. Feryat etmektir, haykırmaktır...
Ama isyan etmemeyi başarmaktır!
Evlat gider, bayram biter. Artık ne bayramın vardır ne seyranın, ne düğünün ne derneğin. Her bayram sana cenazenin ilk gününü yaşatır.
Evladının gömülü olduğu şehirden uzaklaşamamaktır...
Uzaklaşırken de ilk durak, evladının mezarı başıdır...
Her şehir dönüşü ilk uğrak yer, evladının yine başucudur...
“Allahaısmarladık!”ın karşılığı “Güle güle”yi duyamamaktır. “Ben geldim yavrum!”un cevabı “Hoş geldin anne!”yi duyamamaktır.
Sırlarını sadece onunla paylaşmaktır. İlk evi, mezarı ilan etmektir. Yediği her lokma boğazında dizilir. Uyuduğu her an, vicdanı boğazına çöker. Her uykuya geçerken Allah’ına yalvarır, yavrusunu, “Bir kerecik bile olsa rüyasında görebilmek” için...
Kaybettiği evladının akranlarını sessizce izler, “Benim yavrum da yaşasaydı şimdi şöyle olurdu böyle olurdu”lu cümleleri asla tükenmez...
Uzaklara dalıştır evladını yitirmek. Belki çıkar gelir bir yerlerden diye günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca, saçlarına ak düşene, son nefesini verene kadar beklemektir, dönmeyeceğini bile bile!
Her çocukta, her yetişkinde, her nefeste, onun kokusunu, dokusunu aramaktır, hissetmektir. Her kabristan ziyaretinde toprağa kapanmaktır, teselliyi toprağa sarılıp, o buz gibi mezar taşında sıcaklığını aramaktır. Bir ana-babanın öpmeye hasret kaldığı o yanak, artık mezar taşıdır...
Gözlerinden sel olup akarken haykırarak, “Annemmm, ben geldim, kalk yavrum!” demektir...
Onun için hayat biter. Yavrusuyla beraber toprağın altında kalmıştır hayat. Sonrasında yaşadığı zorakidir, zorunluluktur...
Allah korkusudur...
Anneler Günü, Babalar Günü’nü unutmaktır. Boynu bükük, gözü yaşlı geçirmektir. 10 tane evladı daha olsa, o bir eksikle hiçbirinin yerini dolduramamasıdır...
Her ana ile yüreği bir olur...
Ateş düştüğü yeri yakarken o acıyı yaşamışları sadece yakar geçer çünkü bilir o acının ne olduğunu. Gerisi laftır, sözdür...
Ben evlat acısı nedir bilmem. Çünkü hiç anne olmadım. Ama evlat acısını yaşamış bir ana-baba ile aynı evde yaşamanın ne demek olduğunu bilirim, çünkü kardeşimi kaybettim.
Dil’e kolay anaya-babaya zordur “Vatan sağ olsun!” demek. (Duygu S.)
Yettin sen Ayşe!
* 50 yaşında bir erkek olarak, bu yaşta sahip olunacak en güzel, en değerli şey, yarı yaşında bir çıtır sevgilidir. (Edi.)
- Edicim, böyle bir hediye veremedim sevgilime kusura bakma.
* Yeter artık bu saçmalıklar! Kocanın doğum günü bizi hiç ilgilendirmiyor. Bir şeyi unutmuşsun, sonra nasıl seviştiğinizi anlatmamışsın. Kesin gelecek haftaki pazar röportajı da bundan ibaret olur. (Dilek S.)
- Cevap veriyorum. 1- O kadar çok güldük, eğlendik ve dans ettik ki, odaya gidince devrildik, no sex anlayacağın Dilek. Ama ertesi sabah şahaneydi. 2- Yıllardır aksatmadan pazar röportajlarını yaparım, geçen hafta yapamadım, ama o sayfaya ilan verildiği için boş da geçemedim, teklif ettim. kabul etmediler. O yüzden de doğum günü sürecini yazdım. Bunun için de senden özür dilemeyeceğim.
* Bu ne yaaaa? Bir erkeği elde tutmak için bu kadar çırpınmak... (Derya)
- Buna bizim oralarda sevgi deniyor! Sevdiğim adam için evet çırpınıyorum. O da benim için. Bundan da utanç değil, aksine gurur duyuyorum. Sana da, hayatta birini kendinden daha çok sevmeni tavsiye ederim.
Okan ile Acun
OKAN Bayülgen riyakârlıkla suçlamış Acun’u Başbakan’ın annesinin vefatında programını ertelediği ama şehitler söz konusu olunca aynı şeyi yapmadığı için.
İkisini de takip eden biri olarak birkaç tespitim olacak.
1- Birinde yapıyorsan, öbüründe de yap. Program ertelemek insani bir tercih. Ama ölçü herkes için aynı olmalı.
2-Şu anda daha “başarılı” olan, Türk insanını daha iyi “tanıyan” Acun. Tamam Okan’a göre “daha az entelektüel” olabilir ama televizyon da zekâ küplerinin at koşturduğu yer değil.
3- Hiç şüphe yok ki, Acun, televizyon konusunda bir sihirbaz, bu işin doğasını herkesten, Okan’dan da daha iyi biliyor. Bizleri hep şaşırtacak, yakalayacak formatlarla ortaya çıkıyor. Mutlaka bakmak istiyorsun ve zamanın nasıl geçtiğini unutuyorsun. Bir de Okan’ın zannettiğinden çok daha akıllı olduğu için Acun, her şeyi kendi üzerine kurmuyor.
4- Okan ise kendinden başka herkesin zekâsını küçümsüyor. Ve sürekli konuşuyor. Aman Allah’ım hiç susmuyor! O, kendisini önemseme hastalığına yakalanmış, bunun ilacı varsa, biri ona versin. Konuklarına kendilerini adam gibi ifade etmeleri için bile fırsat tanımıyor. Birilerinin ona, “Güzel kardeşim biraz sus!” demesi gerekiyor. Diyorum.
Ama işe yaramayacağını da biliyorum...
HAMİŞ: Tabii ki bir sürü olumlu mail de vardı, ama onlar bana kalsın. Güzel dileklerini ileten herkese teşekkür ediyorum!
Paylaş