Paylaş
AKP'nin Beşiktaş Belediye Başkan Adayı Sibel Çarmıklı
Ve ona hiç fırsat vermeden sıralamaya başladım:
“Annen Fransız... Sen Dame de Sion’da okumuşsun... Baban Robert Kolej mezunu, Sorbonne’da doktora yapmış... Kocan İsviçre’de okumuş... Kimilerinin sosyetik olarak adlandırdığı, son derece sosyal bir insansın. Tamam, 17 yıldır siyasetin içindesin. Ama Allah aşkına ne işin var AKP’yle?
Karşı değilim, düşman değilim, ama yani pes...
Ben AKP’li biriyle arkadaş olabilirim, yemeğe içmeğe gidebilirim, alışverişe gidebilirim, iş yapabilirim, hatta aynı evde bile yaşayabilirim...
Ama AKP için çalışmam.
Eğri oturup doğru konuşalım, iki farklı hayat tarzı söz konusu.
Hayatta yapmam.
Yine de madem istiyorsun gel yapalım röportaj” dedim.
Huzurlarınızda
Sibel Çarmıklı...
N’oldu da siyasetle ilgilenmeye başladınız, kafanıza tuğla mı düştü?
-Kim bilir belki de bütün yaşadıklarımın birikimidir. Üst üste üç çocuk yaptım, çok iyi bir anneydim. Sonra bir gün “Artık farklı bir şey yapmak istiyorum!” dedim ve kendimi siyasetin içinde buldum.
Nasıl yani?
- 1983’de Özal diye bir adam çıktı. Birdenbire bulunamayan bebek mamaları, bezleri bulunur oldu. Türkiye müthiş bir değişim sürecine girdi. Büyük oğlum Can’ı doğurduğumdaki Türkiye başka bir ülkeydi, üç numara Ceylan’ı doğurduğum ülke başka. Aradaki fark dudak uçuklatıcıydı. Yurtdışına okumaya giderken 100 doları zor şartlar altında çıkarttığımız bir süreçten dünyaya açılan bir Türkiye’ye gelmiştik.
Bir sürü insan Turgut Özal’dan etkileniyor, hayranlık duyuyor ama kimse bu yüzden siyasete balıklama atlamıyor.
- Ben yaptım valla. Hiç unutmuyorum bir gün, Mükerrem Amca’yı (Mükerrem Taşçıoğlu) aradım, “ANAP’a destek olmak istiyorum” dedim.
Acaba annelikten yorulmuş, “bir işe yaramak” istemiş olabilir misiniz?
- Mutlaka. Babamla Türkiye hakkında çok konuşurduk. Belki de siyaset babamın içinde kaldı ve çaktırmadan o beni yönlendirdi. Bilmiyorum ki. Babamın siyasetçi bir çevresi vardı, rahmetli Turan Güneş, Kamran İnan, Mükerrem Taşçıoğlu, onları dinleyerek büyüdüm ben. Bir de oldum olası her şeyi sorgulayan bir tiptim.
Neden sivil toplum örgütü değil parti?
- Çünkü o yıllarda sivil toplum örgütleri yoktu. Sevgi Gönül’le aynı dönem aynı şeyleri düşünüyorduk herhalde, Anavatan’a onunla birlikte girdik. 1992 yılında.
Beymen Brasserie’de oturup kahve içip lak lak yapabileceğiniz halde, siz bunu seçmediniz. Sizde olan onlarda olmayan ne var?
- Bilmiyorum. Bir yaş geliyor, ailenin dışında da birilerine faydalı olmak istiyorsun.
İyi de insan hiç mi yabancılık çekmez? Siyasetçilerin giyinişleri, hitap biçimleri, samimiyetsizlikleri... Hiç mi ne işim var bu insanlarla demediniz?
-Dedim. Ama sonuç olarak siyasetçi de olsalar, uzaylı değiller. Bu toplumun içinden çıkma insanlar. Prototipmiş gibi görünüyorlar ya, tam da bunu değiştirmeye talip olmak gerekiyor. En büyük hayalim, iyi eğitim almış, iyi iş kadını olmuş, iyi iş adamı olmuş insanların Türkiye’nin değişim ve dönüşüm sürecinde siyasetin parçası olmaları.
Bir takım insanlar bunu denedi, bir sonuca ulaşamadılar.
- Ama çok çabuk pes ettiler. Israrcı olmak gerekiyor. 92’de girdim siyasete, kendime göre başarılı da oldum. 99 yılında milletvekili olmama ramak kalmışken kaybettim. Ben Anavatan’a ciddi emek verdim, Arı Hareketi’ne girdim, bir yerlere gelebilmesi için emek sarf ettim, engellilerle çalışma içine girdim. Doğrudur, bu kadar emek veriyorsun ve bakıyorsun ki, hakikaten iki dudak arasındasın. Genel başkanları bile etkilemek mümkün. Yine de mesela Cem Boyner vazgeçmemeliydi, Türkiye’nin kaderini değiştirecek figürlerden biri olabilirdi.
En son ANAP Genel Başkan Yardımcısı’ydınız...
-Evet.
17 yıl hizmet ettiğiniz parti, çocuğunuz gibi oluyordur...
-Aynen.
Ondan sonra küt diye başka bir partiye geçiyorsunuz. Biraz ayıp olmuyor mu? Bu kadar kolay mı?
-Hayır çok zor. Ama AK Parti teklif getirdi, belediye başkanlığı söz konusu oldu. Neticede 17 senemi verdim siyasete, benim için bu bir kariyer. 17 senemi çöpe mi atayım? Hayat tercihlerden ibaret, AK Parti’nin teklifini kabul ettim. Ne yalan söyleyeyim, çok da sevindim.
CHP teklif getirmiş olsaydı?
-Getirdi. “Üsküdar’dan aday ol!” dediler. Ama benim Üsküdar’la işim olmaz. CHP “Yer değil isminiz önemli!” mantığıyla hareket ediyor, hiç hoşuma gitmedi.
Ben de CHP’ye kızıp AK Parti’den aday olduğunuz doğru mu diyecektim?
-Kızmadım, kızacak bir şey yok ki.
Peki yıllarca gönül verdiğiniz partinin taban tabana zıttı bir partiye geçmek etik mi?
-Orada dur. Bir kere AK Parti, ANAP ile taban tabaha zıt değil. AK Parti, Özal’ın birleştirici ruhunu Türkiye’ye dönüştürmeye çalışan bir parti.
Birlikte yeriz içeriz, eğleniriz, iş yapabiliriz, yaşayabiliriz... Bunların hepsine tamam ama onlar için çalışmak beni aşıyor. Nasıl tepkiler aldınız?
-Kıyamet koptu. Müthiş bir mahalle baskısı ile karşı karşıya kaldım. Hala tepki alıyorum. Ben de hep Antalya Belediye Başkanı örneğini veriyorum. Menderes Türel sizin gibi, bizim gibi bir insan, 5 yıldır Antalya’yı yönetiyor. AK Partili ama çağdaş ve batılı bir adam.
Belediyecilik yaparken partinin önemi yok mu diyorsunuz?
-Kimin hizmet ettiği önemli hangi partiden olduğu değil. Beni ilgilendiren şey ise birikimi hizmete çevirmek.
Bir sürü yerde içki yasaklandı...
-Antalya’da var mı böyle bir yasak? Beyoğlu’unda var mı?
Bir sürü böyle şeyle uğraşmanız gerekecek. Müzelerin umumi tuvaletlerinde ayaklarını yıkayan kızlar da var.
-Bakın, yapacak bir şey yok, bu bizim kültürümüz.
Bir de şöyle bir şehir efsanesi duydum. Kocanızın işleri bozukmuş ona yardımcı olmak için AK Parti’den aday olmuşsunuz...
- Daha neler. Benim kocam Türkiye ile iş yapmıyor. 17 yıllık siyaset hayatımda bir kuruş para kazanmadım. ANAP bitti ben bitmedim, o yüzden AK Parti’den aday oldum. Durum budur.
İhtiras mı sizinki? Hayat tarzınız, hayat görüşünüz AK Partililerle uyuşmasa da o partiden aday oluyorsunuz.
-Çünkü meseleyi hizmet vermek olarak görüyorum. İhtirassa evet ihtiras. Ama yanlış anlaşılmak istemem, ben makam delisi değilim, olsaydım kendimi daha önce belli ederdim.
Anneniz Mişlin Hanım ne diyor sizin AK Parti’den aday olmanıza?
-Çok destekliyor. Ve kesinlikle başarılı olacağıma inanıyor. “Sen örnek olacaksın!” diyor.
Sizce seçilirseniz farklı giyinmeniz gerekecek mi?
-Hayır kesinlikle! Ben yine blue jean’imi giyerim, blue jean’li belediye başkanı olurum.
Bir gün bir bakmışsınız, siz de değişmeye başlamışsınız...
-17 yıllık siyaset hayatımda değişmedim. Şimdi de değişmem.
Belediyecilikten ne anlar diyenlere verecek cevabınız var mı?
-Belediye başkanlarının en büyük kusuru vatandaştan kopuk olmaları. Ben öyle olmayacağım. Şeffaf yönetim ve katılımcı demokrasiyi hayata geçirmeye çalışacağım. Kaldırıma 35 trilyon harcamayacağım. Kültür merkezi yapacağım, öğrenciler için spor merkezi, bir de uluslararası film festivali düzenlemek istiyorum.
Kazanma ihtimaliniz olduğunu gerçekten düşünüyor musunuz?
-Kesinlikle. Söz veriyorum, kazandığım takdirde Beşiktaş’a bir daha geldiğinizde bir sürü değişiklik göreceksiniz. Beşiktaş semtinden bir marka yapacağım. O çirkin tabelalar değişecek. Çağdaş sanatçılarımızın eserlerini sergileyecek bir müze olacak. Bir de konser salonu...
Diyelim ki kazanamadınız, B planınız var mı, ne yapacaksınız?
- Siyaset artık benim kariyerim oldu. Yola devam.
Sosyetik değilim, kentliyim
Anneniz ile babanız nasıl tanışıyor?
-Babam, Robert Kolej’de okuyor, sonra Sorbonne’a hukuk doktorası yapmaya gidiyor. Ve Paris’te sokakta 17 yaşındaki annemi görüyor. Acayip etkileniyor. Ama nasıl tavlaması gerektiğini bilmiyor. Onun bindiği otobüslere biniyor filan, sonunda da “Birlikte bir kahve içebilir miyiz?” diyor. Yıl 1954.
Hemen aşık mı oluyorlar?
-Evet. Babam annemi Zonguldak’a davet ediyor. Çünkü ailesi orada yaşıyor. Annem geliyor gidiyor. Bu arada babam Dışişleri’nin imtihanına giriyor. Birincilikle kazanıyor, 2 yıl hariciyeci olarak çalışıyor, ama ikisi de ayrılığa dayanamıyor, annem atlıyor tekrar Türkiye’ye geliyor, evleniyorlar. Tabii bu evlilik babamın kariyerinin sonu oluyor. Dışişleri’nde yabancı gelin yok.
Anneniz nelerden taviz vermek zorunda kalıyor?
-Dedem ve babaannem çok aydın insanlar, pek bir sorunu olmuyor. Bir tek Türkçe öğrenmekte zorlanıyor. Pazara gidiyor mesela “Hamal” diyecek, ama h’leri söyleyemiyor, insanların neden güldüklerini de anlamıyor. Bir gün de “Benim bir işim var” diye çıkıyor, Müslüman olup geliyor, meğer istermiş ve Ayşe adını alıyor. Mişlin (Micheline) Ayşe oluyor. Nüfüs cüzdanına her iki ismi de yazdırıyor. Sonra İstanbul’a taşınıyorlar, önce ben sonra da kardeşim doğuyor.
Kendinizi ilk hatırladığınızda neredesiniz?
- Maçka. Sürekli sokakta sek sek ya da misket oynardım. Ve sonra annem cama çıkar Fransızca “Sibeeeeel, hadi eve gel, ders yapma saatiii” diye bağırırdı. Fransızca konuşmasına sinir olurdum. Mahallede kimse Fransızca bilmiyordu, bir tek ben, bu konumda olmak da beni çok rahatsız ediyordu. Hiç unutmam, 5 yaşındayken anneme “Ben Fransız değilim Türk’üm, benimle Türkçe konuş!” demişim.
Fransızlar diğer Avrupalılardan farklıdır. Anneniz...
-Annem kuralları, kırmızı çizgileri olan bir annedir.
Kişiliğinizde en fazla etki bırakan şey?
-Dame de Sion. Kafayı yiyecektim az kalsın. Hiç benim karakterime uygun bir okul değildi. Bir sabah, baktım yataktan kalkamıyorum. Yanıyorum. 40 derece ateş. Yine de babamla okula gittim, “Görün halimi” demek için, “Hemen eve git dinlen” diyeceklerini zannediyordum. Oysa Madame Maribel “Okula gelebildiğine göre imtihana da girebilirsin!” dedi. Liseyi Saint Michel’de okudum.
Eşiniz Ali Çarmıklı ile nasıl tanıştınız?
-Ali Bebek’te oturduğumuz apartmanda üst komşumuzdu. Ablasının nişanında tanıştık. 13 yaşındaydık, bir daha da hiç ayrılmadık. 35 yıldır birlikteyiz.
Çarmıklı olmak sizin için bir şey ifade ediyor mu?
-Valla, hiçbir özel durumu yok.
Her zaman bu kadar dobra mıydınız?
-Tabii, tabii. En son söylenmesi gerekeni en önce söylerim. Beynimin arkasında gizli bir şey yoktur. Bunun için ya çok sevenlerim ya hiç sevmeyenlerim vardır.
Saint Michel’den sonra?
-İngiltere ve Amerika’ya gittim, iş idaresi ve ekonomi okudum. Ali de İsviçre’de okuyordu, benim peşimden İngiltere’ye geldi, sonra ver elini Amerika. Orada evlendik.
O zamanki hayalleriniz neydi? Ne olmak istiyordunuz?
-22 yaşında evlendim ben. Ne hayalim olacak? 23’te de oğlumuz doğdu. Zor zamanlardı. Can bir kas rahatsızlığıyla doğdu. 5 aylık hamileyken grip olmuştum, ateşim çok yüksekti, meğer o sırada karnımdaki bebeği etkileyen bir virüs kapmışım, uzun yıllar onu fizik tedaviye taşıdım. Allaha şükür sonra tamamen iyileşti. O yıllarda Türkiye’de de durum içler acısıydı, Gigoz mama bile bulunmuyordu, Pampers da yoktu, ancak Valikonağı’nda bir yerden kaçak alınabiliyordu.
Sosyetik kelimesini kullanmak istemiyorum. Ama hayat tarzı itibarıyla başka bir azınlığa aitsiniz siz.
-Ben sosyetik değil, kentliyim. İstanbul’da doğdum, evet yurtdışında okudum hep yabancı okullarda ama Türkiye şartlarında anne oldum. Sosyetik yakıştırmasını asla kabul etmiyorum, hayatımın hiçbir döneminde olmadım. Ama sosyetik tanımıyla sosyal hayat içinde yer alan kişi tarif ediliyorsa, evet ben oyum. Çünkü kent kültürünün içindeyim.
Paylaş