Paylaş
Haftanın son gününe gelmiş bulunmaktayız.
Hem mayıs ayına giriş yaptık hem bu pazar yeniay ile birlikte sahura kalkıyoruz.
Ramazan ayını da göz açıp kapayınca kadar geçirip, haziran ayındaki Ramazan Bayramı sonrası da geldiğinde koskoca 2019 yılını yarılamış olacağız.
Zaman tüm hızıyla korkusuzca geçiyor ve hiçbirimiz buna bir müdahale yapamıyoruz.
Ben geçen bu zamanda insanların kendilerine zaman harcamak yerine başkalarının hayatları ile uğraş vererek zaman harcamasına inanın akıl sır erdiremiyorum.
Ay yeniay fazına doğru ilerliyor ve ışığımız olan Ay, şu an kapanıyor. Bu yüzden duygular biraz daha yüzeye çıkıyor. Örnek vermek gerekirse,
Siz de oluyor mu bilmiyorum ama içimde garip bir burukluk var.
Dedemin bir mektubunda yazdığı aklıma geliyor:
“Elimde meşale bu içimdeki karanlık yollarda sokak sokak gezerim,
Evimi ararım.
Hep isterdim babam elimden tutsun ve oğlumun ayakkabılarını parlat desin, bunu duyayım”
O babasızlığı böyle tasvir etmiş.
Elinden tutulmamayı, her şeyi kendi başına yapıyor olmayı ve yapayalnız verdiği mücadelesini bu şekilde tanımlamış.
Yazarken ne kadar burnumun ucu sızlasa da, bugün onu anlıyor olmayı size doğru ifade edebilir miyim bilmiyorum.
İçimdeki karanlığı aydınlattıkça sanki dışarısı kararıyor ve bu karanlığa gücüm yetmeyecek gibi geliyor.
Bu yüzden tekrar kendi aydınlık içime dönüyorum.
Orası ferah sanki, orada nefes alıyorum sanki…
Geçenlerde birinin kariyer hikayesini dinliyorum.
Şöyle ifadede bulunuyor.
Beni önemli biri aradı 3 yıl orada bu görevi yaptım,
Sonra yine aradı 4 yıl orada görev yaptım,
Sonra yine arandım bu görevdeyim.
Yahu bakıyorum kendime.
Son 14 yıldır gezmediğim kapı ve yönetici kalmadı.
Sunmadığım proje kalmadı.
Kovulmadığım yer kalmadı.
Bu arayan kim acaba?
Beni neden aramıyor hiç kimse.
Neden kimse bana fırsat vermiyor ya da ufak bir şans?
Ben neden sürekli oradan oraya kendimi anlatmak zorundayım.
Neden biri dedemin dediği gibi parlatın kızımın ayakkabısını demiyor.
Bunların cevabını erken yaşta buluyor olmak ne büyük bir lüks size anlatamam.
Ya astroloji olmasaydı?
Ya ben evrenin kurallarını ve matematiğini çözüyor olmasaydım?
Ne olacaktı o zaman?
Sağlam, has bir kumaşım olduğunu anlamasaydım.
İnsanın çapı ve kariyeri ne olursa olsun, içinde sevgi barındırmıyorsa birşeye benzemediğini bilmeseydim,
Deli danalar gibi hedefsiz nedensiz, bodur amaçlar uğruna koşmayı seçseydim,
Ya da bu amaçlara koşar gibi görünmek için davransaydım.
İnsan sorgulamayı öğrenince bir karışıklık ömrü israf etmemeyi de öğreniyor.
Ben sorgulamayı öğrendim.
Babam nereden başladı, nereye geldi?
Ben nereden başladım, nereye geldim?
Annem neyi seçti ve neden seçti?
Ölümlü olmam nedeniyle nereye kadar rampada kalabilirim?
Aygül Aydın için düzlük nerede başlamalı?
Dünya'ya gelmek cefa, acı veya eziyet çekmek için olmadığını az çok anlamışımdır herhâlde…
Anladım tabi,
Yaşamın, bir bayrak yarışında kendi parkurunu iyi ve hatta iyinin üzerinde koşmak olduğunu anladım.
Benden sonra gelecekler yani sadece benim soyumdan gelenler değil, şu an doğmayan çocuklar bile burada yazdıklarımdan bir gün yararlanacak olursa,
İşte ben o zaman bayrak yarışını kazandım demektir. İşte o biri bu yüzden beni aramıyor ve bulmuyor.
Benim kendime biçtiğim değer doğruysa; izlediğim yol budur.
Malım mülküm yok,
Beni bir yerlere çağırıp görev veren yok,
Ama değer verilen,
kafası biraz aydınlanmış,
soluk alabilen,
insanlara soluk olmayı hedef koymuş,
bildiğini paylaşmaya çalışan
zaman zaman da olsa aranan,
zaman zaman da okunan birisiyim.
Bu da yeter ve artar bile.
Yapabileceğim en iyi şey olduğumuz gibi olmak ve çaktığımız çiviyi sağlam çakmaktır. Çok eski bir özdeyiş vardır: Saadet dünyayı terk ederken son adımını köy ’den atmıştır. İnsan özünü hiçbir zaman kaybetmemelidir. Mutluluk sadece oradadır. Köyünüzü hatırlayın. Bir köyünüz mutlaka vardır…
Mutlu olun, mutlu yaşayın…
Pazartesi görüşmek dileğiyle…
Paylaş