Paylaş
--- At mı bunlar koşsunlar…
--- 90 dakika oturur, bir hareket yapar, sonucu değiştirir…
--- Sahaya sandalye koyup otursa, “X oyuncuyu”, oyundan çıkarmam diyenler için;
Bugün “koşu mesafesi” konusundan anladığımı anlatacağım…
Sıkılsak da önce biraz sayı vermek lazım;
***
Şampiyonlar liginde takımların ortalama koşu mesafesi 113.321 metre…
Temsilcimiz Galatasaray’ın şampiyonlar ligindeki ortalaması 112.341 metre…
Ortalamayı yükselten ise en çok eleştirdiğimiz son Kopenhag maçı…
Kendi rekorunu kırmış. 116.761 metre…
Ancak rakibi de, o maçta 122.161 metre koşmuş…
Bizim ligimizde ise ortalama koşu mesafesi,105.000 metre civarında…
Adamların değil topun koşması önemlidir diyenler için;
Barcelona’nın bile ortalama 107.200metre koştuğunu hatırlatalım…
***
Birde Almanya’da geçen haftanın koşu mesafelerini verelim:
En az koşan takım, 114,6 km koşmuş…
Şimdi sıkı durun;
Tam 10 takım, 120 kilometrenin üstünde koşmuş…
Deli mi bu adamlar (!)
Geçen yıl da Şampiyonlar ligi finalinde iki Alman takının oynaması tesadüf mü sizce?
***
Birde teknik özellikleri nedeni ile koşmayı “gereksiz” gören oyuncularımız ve onların destekçisi yazarlarımız için;
Dünya’nın en teknik oyuncularının şampiyonlar ligindeki ortalama koşu mesafelerini hatırlatalım;
Roben; 11.040,
Mesut Özil; 11.017,
C.Ronaldo; 10.162 metre…
***
Elbette koşu mesafesi, tek başına bu işi anlatmaya yetecek bir kavram değil.
Etkili alanda koşu, tempolu koşu vs gibi detaylandırmak lazım…
Ancak benim işim o değil…
Benim niyetim öncelikle;
Fizik kaliteyi Avrupa seviyesine getirmeden, “sürdürülebilinir başarının” mümkün olmadığını anlatmak…
***
Bence;
Fizik ve dayanıklılık olarak Avrupa standartlarının altında kalarak başarılı olmamıza imkân yoktur.
Fizik olarak benzer seviyede olduktan sonra, iş kaliteye ve takım oyununa vs kalır.
Özetle demek istediğim:
Fizik elbette yetmez…
Ama işin alfabesi gibidir…
Yani okuma yazma gibi…
O olmadan ortaokula gitmen bile mümkün olmaz!
***
Size bu konuyu Basketboldan ve yaşamımdan örnek vererek anlatmaya çalışayım…
Gençlik yıllarım Basketbolu yakından izliyorum…
Bizim takımlarımızda bana göre müthiş oyuncular var…
Barış Küce, Kemal Erdenay, Erdal Poyrazoğlu, Doğan Hakyemez, Reşat Güney, Hüsnü Çakırgil,
Say say bitmez...
Hepsi acayip nişancı. Attığını sokuyorlar...
Çok da teknik oyuncular…
Fakat uyduruk bir Çekoslovak veya Polonya takımı geliyor…
Hepsi “kazma” gibi…
Ama bizi yeniyorlar…
Benim gözümde ilah olan oyuncularımız çaresiz kalıyorlar…
Şut atmayı bırakın potayı bile göremiyorlar…
Ne ben çözebiliyorum bu işi…
Ne de teknik heyetler…
***
Ta ki Aydın Örs’ün Efes Pilsen’in başına geçtiği güne kadar…
“Günde çift idman” dedi…
-----“Allah Allah” dedik…
Bir de şehir efsanesi yayıldı etrafa…
“Sabah işe gider gibi salona gidiyorlarmış, sabah bir idman, öğle yemeği, orada uyku, taktik dersi, sonra bir idman daha…”
Tam gün mesai…
İnanılır gibi değil…
Şaka gibi bir şey…
Ama gerçek…
Efes Pilsen, “fizik kalite” olarak, Avrupa seviyesinin üstüne çıktı…
Savunma yapmayı öğrendi.
Bir baktık ki Türkiye’de açık ara önde…
O Çek takımları da fark yiyip gidiyor…
Avrupa’nın sayılı takımları ile Efes, kafa kafaya oynuyor…
Ve tarihimizin ilk Avrupa şampiyonluğu geldi…
Tabi ki tüm takımlarımız öğrendi…
Hep birlikte öğrendik…
Şimdi yıldız takımlarımız bile günde çift idman yapıyor…
***
Yazdıklarım yanlış anlaşılmasın;
“Daha çok koşan kazanır” demiyorum…
“Koşmak yeterli değildir ama koşmadan olmaz” diyorum…
“Önce fizik olarak aynı seviyeye gelmeliyiz” diyorum…
“Atlet mi bunlar?” diyenlere;
Saygılarımla…
Paylaş