SANIRIM sekiz dokuz yıl önceydi. Sütaş'ın Reklam ve Halkla İlişkiler bölümünün o zaman ki yöneticisi beni üniversitedeki odamda ziyaret etti.
Ayran tüketiminin sadece yaz aylarıyla sınırlı kaldığını, hedeflerinin ayranı kışın da içilebilen bir meşrubat haline getirmek olduğunu uzun uzadıya anlattı. Ben de ona yazın ayran içmenin sadece bir alışkanlık olduğunu, derin inanç yapılarıyla ilişkisi olmadığını, yiyecek-içecek kategorisinde sürekli ve tutarlı televizyon iletişimiyle istenen hedefe ulaşabileceklerini söyledim.
İçimden de ‘‘Nerede bizde böyle tutarlı sürekli iletişim yapacak patron. İki televizyonda bir basında görünür, sonra parayı boşa attığını düşünüp, markasını kaderine terkeder’’ diye düşünmediysem ne olayım. Sütaş'ın beni yanılttığı ortada. Bugün Ayran'a yaz içeceği demek biraz zor. Ayran deyince de ilk akla kuşkusuz Sütaş geliyor. Sütaş imkansızı başardı. İmkansız olan, ayranı her mevsimin içeceği yapmak değildi. İmkansız olan ‘‘alt tarafı ayran’’ gibi görünen bir içeceğe sürekli ve tutarlı bir iletişim yapmak, her gece insanların kafasına ‘‘Sütaş Ayran’’ı çakmaktı.
Şimdi soru şu: Ne oldu da imaja yönelik ‘‘Sütaş Ayranı Kafaya Çakma’’ stratejisinden vazgeçilip, ‘‘Geğirtmeyen Ayran’’ yani bir ürün özelliği stratejisine geçildi?
Son yapılan araştırmalar insanların ayran içince geğirdikleri ve bundan hoşlanmadıklarını mı ortaya çıkardı? Bir takım bilim adamları Sütaş'ın daha önce bilinmeyen bir özelliğini mi buldular? Yoksa rakipler ayranın içine Cola mı katıyorlar? Yoksa ‘‘geğirtiyor’’ diye Colalı içeceklere mi çaktırmadan gönderme yapılıyor?
Ne oldu da, insanları ayran içirtmekten soğutacak iğrenç bir ‘‘geğirme’’ sesiyle Sütaş birlikte anılır oldu?
Var mı bir fikri olan?
Yeni Oluşum'a Ricky Martin yöntemi
HÜLYA Avşar'ın bir türlü oluşamayan siyasi oluşum ‘‘Yeni Oluşum’’dan dolaylı bir teklif aldığını ve bu teklife olumlu baktığını sanırım öğrenmişsinizdir. Sizi bilmem ama ben kendi adıma bu işe çok sevindim. Hülya Avşar sayesinde yeni oluşumun üç mahşeri atlısından hangisinin liderlik koltuğunu hakettiğini bir an önce öğrenebileceğimi düşünüyorum.
Nasıl mı? Tabii ki Ricky Martin yönetmiyle. Hülya Avşar üç lider adayını programına davet eder, daha sonra hepsine teker teker Ricky Martin'e uyguladığı ‘‘enseye tokat, popoya finger’’ yönetimini uygular. Daha sonra da sonuçları bize bildirir.
‘‘Lider dediğin kavun mu ki, Ricky Martin yöntemiyle anlaşılsın?’’ diyorsunuz değil mi?
‘‘Yeni oluşum, yeni oluşum’’ diye işe başlayıp, ilk iş Hülya Avşar'a parti üyeliği teklifi götürmek olursa, ben de parti liderini kavun gibi seçtiririm, kimse karışamaz.
İyilik Yap İyilik Bul
ŞU anda oynayan Turkuaz'ın lansman reklam filmi yaklaşık bir yıl önce çekilmişti desem ne dersiniz? Ama siz anlamıştınız zaten değil mi? Reklamın konsepti geçen yıl popüler olan Kevin Spacey'nin başrolünü oynadığı İyilik Yap İyilik Bul filminin konseptine o kadar benziyor ki, anlamamanız imkansız. Spacey, İyilik Yap İyilik Bul'da öğrencilerinden bir proje gelişrmelerini istiyor, bir öğrencisi de ‘‘eğer herkes üç iyilik yaparsa, dünya iyilikten geçilmez’’ projesini üretiyor, filmin sonunda da bu projeyi geliştiren öğrenci arkadaşını dayak yemekten kurtarırken bıçaklanarak ölüyordu.
Turkuaz'ın öyküsü de hemen hemen böyle. Coca-Cola dünya pazarlarlarına da sunduğu özel işlenmiş yer altı suyunu, Turkuaz markasıyla Türkiye'de de üretiyor, bir bakıma bize iyilik yapıyordu ama Sağlık Bakanlığı ile Tarım Bakanlığı arasında çıkan yönetmelik kavgasında ‘‘sofra içeceği’’ lakabıyla da az daha ölüyordu! Yönetmelik gecikince bir yıl önce çekilen reklam filmi de ancak bu yaz yayına sokulabildi.
Turkuaz'ın reklam filmi gürül gürül akan su, suyun altında yıkanan genç kız, su içtikten sonra ‘‘ohhhh’’ diye rahatlayan insanlar gösteren klasik su reklamlarından çok farklı. Suyu meşrubat gibi sunuyor, tipik Coca Cola reklamları gibi, hedef kitle çoluk, çocuk, yaşlı, genç herkesi kapsıyor. Herkes reklamda birilerine iyilik yapıyor, kendini iyi hissediyor, bu olumlu duygu Turkuaz şişesine kadar ulaşıyor.
Reklam diyor ki: ‘‘Turkuazla kendinizi iyi hissedersiniz, çünkü iyilik onun özünde var.’’
Güzel müzik, güzel görüntülerle karşılaşınca izleyenlerde Turkuaz'a karşı olumlu duygular oluşuyor ama beyinlerde ‘‘bunun özündeki iyilik ne ola ki?’’ sorusu sorulmadan da edilemiyor. Kuşku yok ki bu reklam filmi esinlendiği filmin rüzgarıyla yayınlansaydı farklı bir sinerji yakalanırdı. Ürüne pazarda yeterince şans verdikten sonra lansmana girmek bu olumsuzluğu kısmen olumluya çevirdi diye düşünüyorum. Çünkü Turkuaz'ın şişesi gerçekten bir tasarım harikası
(Reklam Ajansı: Ultra Rating: * * * * )
Salıpazarı’nda oy toplama mevlidi
SAMSUN'un Salıpazarı ilçesinden bir bilgi geldi. Samsun'dan ve çevre ilçelerden Salıpazarı'na gelen AKP'liler özel mevlüt okutup, peşinden de dua esnasında AKP'ye oy verilmesini telkin ediyorlarmış.
Beni okuyanlar ikna edici iletişime ne kadar liberal bir gözlükle baktığımı anlamışlardır. Ancak dini inaçların böyle açıktan açığa sömürülerek oy toplanmasının hiçbir özürü yok. Bu hareketin cezası demokrasilerde direkt kırmızı kart. Eğer bu aşamada kırmız kart gösterecek mekanizmaları geliştirirsek, daha sonra 28 Şubat ‘‘örtülü darbedir’’ gibi açıklamaları yapma gereği kalmaz.
AKP iktidara gelirse bir daha 28 Şubat olur mu olmaz mı diye merak edenlere de söyleyeyim. Bal gibi olabilir. Neden mi?
Anlatayım. Bundan dört ay önceydi. İş adamı bir arkadaşımın ofisinde yazılarımı yetiştirmeye çalışıyorum. Arkadaşım da iş yaptığı sektörde çalışan üç firma sahibiyle bir araya gelmiş, piyasada hakimiyetini gün geçtikçe arttıran uluslarası bir markaya karşı güçlerini birleştirip nasıl hayatta kalacaklarının tartışmasını yapıyorlar. İster istemez kulak misafiri oluyorum. Yaklaşık iki saatlik toplantı sonunda firmalarını birleştirme ve daha güçlü bir markanın etrafında toplanma konusunda tam bir fikir birliğine varıyorlar. Her şey tamam derken, içlerinden ‘‘Müslüman’’ kimliğiyle kamuoyu tarafından yakından tanınan, zaman zaman başında bulunduğu meslek kuruluşu aracılığı ile ‘‘ortak payda da buluşma’’ mesajları varan firma sahibi ‘‘pat’’ diye şöyle bir şart koşuyor:
‘‘Hiç kimse kurduğumuz yeni firma üzerinden kimseye içki ısmarlayamaz. Bu şirket adına içinde içkinin olduğu bir fatura kesilemez.’’
Birden odada soğuk bir hava esiyor. Diğerleri kabul etmeyince, uluslararası markaya karşı güçbirliği, bizim sözde hoşgörülü ‘‘müslüman’’ kardeşimizin içki takıntısı nedeniyle gerçekleşmiyor. Kendi içki içmez içmez, onun bileceği iş. Ama içkili misafir ağırlıyor diye bir firmaya ortak olmamak hiç de normal bir davranış değil. Aynı Çamlıca tepesindeki belediyeye ait tesislerinde içki satışını yasaklamak gibi. Bu anormal davranışlar çoğalınca da ister istemez 28 Şubatlar oluyor. Anormal davranmamak da ellerinde değil aslında. Çünkü onlar fanatik. Çünkü bu onların kanında var!
Demir Kapı'nın yerini reklam almış!
BU Pazar biraz içinizi karartacağım ama kusura bakmayın. Geçen hafta Isparta E tipi kapalı cezaevinde yatan Emre Güneş'ten bir mektup aldım. Çok duygulandım. Bu mektubu sizinle paylaşmak istiyorum:
‘‘Size gazetede gördüğüm Reklamcılık Vakfı Reklam Yaz Okulu ilanı üzerine yazıyorum. Umarım mektubum elinize ulaşır... Öncelikle kendimi tanıtayım. 76 İstanbul doğumluyum. 91'de Antalya'ya yerleştik. Burada öğrencilik yaptım. Turizm sektöründe çalıştım. Biraz da siyasetle ilgilendim. Ve bu sonuncusu nedeniyle şu anda cezaevinde bulunmaktayım. Yasadışı sol TİKB (Türkiye İhtilaci Komünistler Birliği) örgüt üyesi olmaktan dolayı. Yani 7 yıldır içerideyim. Daha da -eğer bir sürpriz (!) olmazsa, af vbg... 2 yıl daha cezaevinde kalacağım. Birkaç yıldır sinemaya ve genel anlamda ‘görsel dünyaya' bir ilgim var. İmkanlarım ölçüsünde ilgileniyorum. Burada bilgisayar yok-yasak-. TV ve radyo var. Bol bol TV izleme imkanı var yani. Bir süredir de reklam sektörünü tanımaya çalışıyorum. TV, radyo, gazete vd. reklam türlerini - biçimlerini ‘sektörün' içinden tanımaya-anlamaya dönük bir yönelimim var. Tabii, dışarıda-yani çıktıktan sonra- zaman ne getirir bilemiyorum. Ama reklam dünyasına yakın olmayı hedefliyorum. Bu yüzden reklamın her türüne eğitim gözüyle bakıyorum. Çünkü bunun akademik eğitimini almadım. İsterdim ki, sizlerle ‘Yaz Okulu' günlerini paylaşayım. Sanıyorum epey keyifli günler geçiriyorsunuzdur. Belki ileride ben de katılırım benzer bir çalışmaya. Şimdilik buralardayım... CNN Türk'te ‘Şimdi Reklamlar' ve TV 8'de ‘Pack Shot' isimli reklamcılık programlarını takip ediyorum. MediaCat isimli bir de reklamcılık dergisinin varlığından da haberim var. Ancak burada bir ‘tüketici' pozisyonunda olduğumdan zorunlu gereksinimlerim dışında bu tür entelektüel ihtiyaçlarımı karşılayamıyorum. Zaten aileme yük oluyorum. Bu sebeple sizlerden ricamdır: Reklam Yazokulu çalışmalarınız boyunca ortaya çıkan yazılı- görsel birikimden birer nüsha bana yollayabilirseniz çok sevinirim. Yani reklamcılık, sinema, vb. üzerine her türlü kitap, dergi, broşür vb. İşime yarayacaktır. Özellikle de teknik konularda... Çalışmalarınızda başarılar ve sağlıklı günler dilerim.’’
Neymiş bu ‘‘Reklam Yaz Okulu’’ diyorsunuz değil mi?
Her yaz Reklamcılık Vakfı, reklamcılığa ilgi duyan gençlere mesleki eğitim vermek amacıyla ‘‘Reklam Yaz Okulu’’ açıyor. Üç hafta süren ve her yıl yüzden fazla reklam aşığı gencin katıldığı bu kursun, iki yıldır eğitim koordinatörlüğünü yürütüyorum. Emre Güneş'in cezaevinden notlarını istediği işte bu eğitim.
Emre'nin mektubuyla ilgili yorum yapmak istemiyorum. Ama Emre beni çok duygulandırdı çoook. 26 yaşında, ömrünün 7 yılı komünistlikten cezaevinde geçmiş bir genç. Ve kendini tedavi etmek için, demir kapılar, kör pencereler, ranzalar, yastıklar, zincirlerle değil belki de iki duvar arasında en fazla maruz kaldığı şey olan televizyonla ve diğer programlarla karşılaştırıldığında ‘‘zeka göstergesi’’ daha fazla olan reklamlarla ilgileniyor.
Emre yüreğinin götürdüğü yere gidemiyor. Katılamadığı, alamadığı eğitimin acısını, okuyamadığı kitabın derginin acısını yüreğinin derinliklerinde hissediyor. Gelin, Emre acısının hafifletelim. E tipi Kapalı Cezaevi D 11 Isparta. Haydi. Gönderelim istediklerini Emre'ye.
Çekirgelik
Allah beni yandaşlarımdan korusun. Ben kendimi düşmanlarımdan nasıl olsa korurum.