Klıman bir şubat akşamında, sokaktan eve dolan kedi çığlıkları. Haber kanalında iki ünlü gazeteci konuşuyor. Biri bir gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ve kendini savunma telaşı içinde. Konu; telefon dinlemeleri, ses kayıtları, tapeler, ‘havuz medyası’, Başbakan’ın basına sansür girişimleri, işten atılan gazeteciler. Seyredilecek bir şey yok ama bir kulağım orada. Gözüm masaya bıraktığım bir kitap öbeğine takılıyor. Son zamanlarda kitap müzayedelerine dadandım. Eski baskı kitaplar topluyorum. Müzayede dedimse; aklınıza pahalı bir alışveriş gelmesin. Meraklıysanız; edinilmesi güç kimi eski kitapları üç otuz paraya bulmak mümkün. Masadaki kitap öbeği, işte o masum müzayede ganimetlerinden. 1948 baskısı ‘Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler’ Ahmet Semih Mümtaz, 1977 baskısı ‘Abdülhamit Devrinde Sansür’ Cevdet Kudret, 1973 baskısı ‘Türkiye’de Çağdaşlaşma’ Niyazi Berkes.Geceyi seviyorum. Faydasız gibi görünen bilgilere âşığım. Demini almış bir bardak adaçayı, mart ayını erken getiren kedilerin serenatları, TV’den taşan sızlanmalar ve üç kitap dolusu geçmiş zaman bilgisi. Geceme misafir olmak ister miydiniz?
Görülmüştür!
“Birer birer her satırı okuduktan sonra her gazetenin, her sahifesine imzasını atan Matbuatı Dahiliye Sansür Müdürü Hızfı Bey, imzanın üstüne bir de ‘Görülmüştür’ cümlesi çekerdi. Sabah, İkdam, Tercüman-ı Hakikat, Tarik gazeteleri bu müsaadeyi aldıktan sonra intişar ederlerdi (dağıtılırdı).”
Bu satırlar, Abdülhamit döneminde babası İçişleri Müsteşarı ve Resmi Gazete Müdürü olan Ahmet Sevim Mümtaz’ın ‘Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler’ kitabından. Hıfzı Bey Matbuatı Dahiliye Sansür Müdürü. İki müdür akşam yemeğinden sonra önlerine getirilen gazete provalarını satır satır sansürden geçirir, kalan kısımları baskıya yetiştirilir, basılır, dağıtılırmış. “Siyasi yazılar haricinde aşağı yukarı her şeyden bahsedilebilirdi. Ahmet Rasim gibi muharrirlerin (yazarların) binlerce karii (okuru) vardı. Serveti Fünun ve Malumat gibi mecmualar da sansürden geçerdi. (...) Mihran Efendi’nin (dönemin gazete sahiplerinden biri) bir hususiyeti vardı. Cesareti...Babı-ali muhbirliğini bizzat kendisi yaptığı için aldığı haberleri pervasızca gazetesine yazdırırdı; sansürün çıkaracağını tahmin ettiği halde böyle yapardı. Hatta bir iki defa Hıfzı Bey’in çizmiş olmasına rağmen haberi vermekte ısrar etmiştir. Nasılsa bir hüsnü tesadüfle meseleyi ağır bir tevbihname (uyarı) almakla atlatmıştı. Haber Bavyera Kralı’nın mecnun olduğu ve sarayında hapsedildiğine dair bir ajans haberiydi.”
Ahmet Sevim Mümtaz o dönemde Fransızca neşriyata da sansür uygulandığını anlatıyor. Hariciye Sansür Müdürü’nün Nişan Bey isminde bir Ermeni ve çok zeki bir zat olduğundan bahsediyor. Matbuatı Dahiliye Müdürü Ahmet Arifi Bey ise pek evhamlı bir memurmuş. Takvimi Vakayi gazetesinin provalarını okurken üfler püfler, amirlerine; “Aman beni bir mutasarrıflığa tayin ettiriniz, gideyim, hem hizmet edeyim hem size dua!...” diye yakınırmış. “Nihayet mutasarrıf oldu ve öldü zavallı” diyor Ahmet Sevim Mümtaz, anılarında.
Biraz da Cevdet Kudret karıştıralım. Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü’ne bağlı Sansür Kurulu’ndan gazetelere giden 9 maddelik bir emirnameden bahsediyor Cevdet Kudret. İşte birkaçı:
“Madde 2. Ahlak bakımından yayınlanmasında sakınca olmadığı, Maarif Nazırı Paşa Hazretleri tarafından tasdik edilmedikçe, hiçbir tefrikanın yayınlanmaması.
Yerel seçim kapıda. Taraflar yarışa yerel yönetimlerdeki etki alanını genişletmenin ötesinde büyük anlamlar yüklüyor. Hükümet bu seçimi iktidarına yönelik bir tür güvenoylamasına çevirdi şimdiden. Muhalefet yerel seçimlerde yakalayacağı olası bir başarıyı, genel seçime yönelik iktidar yürüyüşünün kanıtı olarak anons edecek. İktidarı, muhalefeti, siyaset arenamıza üçüncü bir cephe olarak eklemlenen cemaatiyle herkes diken üstünde, herkes hesap peşinde…
Seçimin dumanı tütmeye başlamışken, taraflar; anketler, kamuoyu yoklamalarıyla sürecin gidişatıyla ilgili ipuçları toplamaya çalışıyor. Sonuçları dillendirerek seçmeni bilgilendirip yönlendirmenin yollarını arıyor.
Ben de bir seçmen ve ailenizin köşecisi olarak boş durmadım. Twitter hesabımdan “Nasıl bir belediyecilik anlayışına oy verirsiniz?” diye sordum 400 bin küsur takipçime. Çok sayıda yanıt aldım. Her birini okudum, benzeşleri buluşturdum, toparladım, özetledim.
İşte size sivil ve tam bağımsız bir kamuoyu yoklamamın verileri! Elçiye zeval olmaz. Bakın görüşüne başvurduğum ‘seçmen yurttaşlar’ nasıl bir belediye, nasıl bir belediye başkanı tarif ediyor...
- Ağır altyapı sorunlarına, şehiriçi trafik kargaşasına kalıcı çözümler üreten
- İhaleleri ahbap çavuşlara değil, hak edene veren
- Kentin sıkıntılarını masadan değil, sahada görüp tespit eden
Konuşma bitti. Telefonu masaya bırakıyorum. Bütün sesler elendi… Çalışma odamda, kulaktozuna yenmiş okkalı bir tokatın sağır eden çınlaması… Onu hatırlamaya çalışıyorum. Solgun yüzünü, belli bir tona kilitlenmiş vara yoka yükselmeyen sakin sesini, hazan yaprağı gibi savrularak yürüyüşünü, sıkıldıkça bıyıklarına giden kemikli ve marifetli ellerini. Orta boylu, zayıf ama çalımlı bir beden. Pek nadir gülen gözlerinde belli belirsiz bir keder. Derdi tasayı önce yük, zamanla mülk edinmiş edası. Hep uzaklara bakarak konuşur, daha çok dinlemeyi tercih ederdi.
Bütün olarak hatırlamakta güçlük çekiyorum onu, ikimizi… Belleğimin sıvası aşınmış duvarlarından, ortak zamanlarımızın önü arkası silikleşmiş görüntüleri akıyor bölük parça. Unutayazmanın çaresizliği öfke nöbetine dönüşecek biliyorum, kendimi tanıyorum. “Öfke oburdur” demişti bir keresinde bana. “Ne kadar beslersen besle, doyuramazsın.” Öfkeme yenik düşmemek için hatırlamaya oturmam anıları sıraya sokmam lazım. Kütüphanenin kuytusuna itelenmiş gömlek kutusunu bulup çıkarıyorum. Hayatımın fotoğraf karelerine hapsedilmiş kırıntıları bunlar ve ancak bir gömlek kutusunu dolduracak kadarlar. İşim düştüğünde hiç değilse duygusal bir düzene sokmayı düşündüğüm bu kutuyu, işimi gördükten sonra yine unutulmaya itelerim daima.
TEK BİR FOTOĞRAF
Ona ait tek fotoğrafı az önce oraya bırakmışım gibi çekip çıkartıyorum diğerlerinin arasından. Arkasına ‘Esir dayıdan, özgür yeğene yürek dolusu selamlar… / 01 Ağustos 1985’ notu düşülmüş. İşte o! Bel hizasına kadar devlet grisine, yukarısı kirli beyaza boyanmış beton bir duvara vermiş sırtını. Üstte bordo bir penye, altında haki bir eşofman, ayağında terlik. Hediyesi duvara vuran yaz güneşi, kendi gölgesinin içine dikilmiş, sağ ayağı duvara dayalı, sol ayağı üstünde cezalı, mağlup ve mağrur genç bir devrimci.
Bursa Cezaevi’nin havalandırma avlusu burası. Yirmili yaşlarının sonlarına doğru kendi ifadesiyle ‘esirliğinin’ beşinci senesini sürmekte. Fotoğrafı elime verdiklerinde beş yıldır görmemiştim dayımın yüzünü. Onu son kez 15’inci yaşgünümden -12 Eylül 1980- bir gün önce görmüştüm. Dayım o gün evden çıktı, gece dönmedi, ertesi gün askeri darbe gerçekleşti. Doğum günümü kutlamadık.
MİNYATÜR KALE
Fotoğrafı şimdi daha dikkatle okumaya çalışıyorum. Dayımın sol dirseğinin altında devlet grisiyle kirli beyazın buluştuğu sınırdaki siyah çizgiyi ilk kez farkediyorum. İlk bakışta duvara vurmuş bir gölge gibi görünen o şey; yağlıboyayla çizilmiş bir minyatür kalenin sınırlarını temsil ediyor. O zamanlar ‘minyatür saha futbolu’ derdik, beşer oyuncuyla, kalecinin elini kullanmadan kaleyi koruduğu, dar alanda, küçük kaleli futbol coşkusu. Cezaevinde avlusunda dar alan daha da daralıyor, kale ancak duvara çiziliyormuş demek.
Ütopyaları sever misiniz? Biliyorum; “Türkiye gibi günde üç defa burç değiştiren bir ülkede ütopya da neymiş a şuursuz!” diyeceksiniz ama gönül ütopyadan geçmiyor.
Yılbaşını evde bir başına, tüm yılbaşı ritüellerinden sıyrılmış biçimde eda ettim. Gündüz kızımı ve annesini ziyaret ettim. Akşamın erken saatinde sevdiğim bir arkadaşıma uğradım. Orada toplanmış başka bazı arkadaşlarla üzengi muhabbeti ederek sosyal ödevimi yaptım. Haberler başlamadan da eve dönüp çalışma masama kuruldum. Şeker ve kilo nedeniyle yıllardır alkolden uzak duruyorum. Masada masum bir çerez tabağı, bir kâse de çekirdeksiz nar var. Elimin altında televizyonun kumandası, kendisi tam umutları ham bir Milli Piyango bileti, karıştırılacak birkaç yeni kitap, bilgisayar ekranı Twitter’a kilitli. Mevcut durumum orta yaşlı bir erkek için ütopik düzeyde tatlı… TV’de dünyanın yeni yıla girmede torpilli coğrafyalarından erken kutlama görüntüleri. Gülümseyen, umutlu insanlar. Yeni yıla giyinmiş süslü dünya şehirleri.
DEVLETİN YILBAŞISI OLMAZ
Başbakan beliriyor ekranda. İzlemeye koyuluyorum. Sıkıntılı bir yıl yaşadık. Ortası Gezi, finali gazi bir yıl. Her şeye rağmen yeni yıl yeni bir şans demek. “Başbakan da yeni bir başlangıç duygusu yaratacak, birleştirici bir konuşma yapabilir” beklentisindeyim. Neden olmasın? Rahmetli babaannem benim iyi niyetimi kibarca “Bu çocukta deli morali var” diye tarif ederdi. Dalgasını geçenlere inat, hiç ıskonto yapmam iyi niyetimden. Başbakan dua vurgusuyla başladığı yeni yıl konuşmasında sözü, Selçuklu’dan açıp, Osmanlı’dan geçirip, Türkiye Cumhuriyeti’nin kutlu yürüyüşüne taşıdıktan sonra; bu kutlu yürüyüşü engelleme girişimlerine getiriyor. Girişimlerin dış mihraklı gizli öznelerine, onların içerdeki işbirlikçilerine değinip, Gezi ve 17 Aralık olaylarının ülkemize yönelik bu tuzak ve suikast girişimlerinin bir sonucu olduğunu anlatıyor özetle. Canı sıkkın, yüzü asık. Yok, bu konuşma umut vaat etmiyor. Anlaşıldı; Başbakan yeni yıla da eski dille girmekte kararlı.
YETİŞİN MÜZEYYEN HANIM
İyi niyetim suyunu çekiyor. TV’nin sesini kapatıp pikaba Müzeyyen Senar’ın bir 33’lüğünü koyuyorum. İnce sazdan hışırtılı bir şefkat yayılıyor odaya: “Neden düştük biz bu hale?” Enfes bir Zeki Duyguluer bestesi. Yılın son gecesinde; elde sükûnet, kulakta Müzeyyen Hanım… Bir ütopyanın tam ortasındayım.
Memet Baydur’u tanıyanınız, hatırlayanınız var mı bilemiyorum. Genç yaşta yitirdiğimiz zehir zekâ bir oyun ve köşe yazarı abimizdir. Güzel Memet abimizin iğne oyası köşe yazılarından derlenmiş ‘Ucello’nun Kuşları’ kitabı da duruyor masada. 51 yaşında, onu kaybetmemizden dört yıl önce, 28 Aralık 1997’de kaleme aldığı ‘Hafif, hızlı bir ütopya denemesi’ başlıklı enfes yazıyı açıyorum. Memet abi ütopya kavramından bahsederek başlıyor yazıya, tarihteki ünlü ütopyalardan bahsediyor. Sonra, ‘kendi halinde bir oyun yazarı olarak’ kurduğu ‘günlük bile değil, saatlik bir ütopya’sını anlatıyor.
MEMET ABİ’NİN ÜTOPYASI
Ben, her yılın son deminde, o yılın erkek bir yıl mı, kadın bir yıl mı olduğunu düşünmeden edemem.
12 ayda zihnime kazınan olayları toplar, çıkarır; o çağrışımla yılın cinsiyetini belirlerim. Tespitte memlekette olup biten kadar, kişisel hikâyenin de etkisi vardır. Bazen kişisel veya toplumsal bir olay tek başına o yılın adını koyuverir.
Mesela; 12 Eylül 1980’de -15. yaş günümde- gerçekleşen askeri darbe, yıl boyu olup biten onca yaşam kırıntısını ezip geçti ve 1980 yılı, çok erkek bir yıl olarak düştü envanterime. Oysa; 1999’un ilk günlerinde kızım dünyaya geldiğinde, babalığın etkisi o kadar güçlüydü ki; sonraki 11 ay olup biten hiçbir şey, 99’un benim için çok kadın bir yıl olduğu gerçeğini değiştirmedi. Birkaç gün sonra 2013 di’li geçmiş zamana karışacak. Memlekette, dünyada yaşananlara bakarak 2013’ün cinsiyetini bulalım mı?
Yılın ilk aylarını, Esad’a; Esad mı desek, Esed mi desek bilemeden geçirdik. Dün Esad diyenler, bugün Esed dedi. Kafamız karıştı ama daha yıl bitmeden Esad yine Amerika ile halvet oluverdi! Hatay Reyhanlı’da yaşanan korkunç bir terör olayıyla, onlarca yurttaşımızı kaybettik. Devlet olayın faillerini adaletin önüne çıkaramadı henüz. Bizim hükümetin her an iktidardan gidebileceğini iddia ettiği Esad ise sarayına kurulmuş, gelecek seçimin stratejisini oluşturuyor çoktan.
İsrail Başbakanı Netanyahu, Mavi Marmara baskını nedeniyle Türkiye’den özür diledi. Şimdi İsrail’le ilişkileri düzeltmek için; Mavi Marmara’da yitirdiğimiz yurttaşlar için talep edilen tazminatta indirim teklif ettiğimiz haberlerini okuyoruz basında! Tazminat demişken; Uludere’de katledilenlerin aileleri özür olarak bankaya yatırılan tazminata ellerini bile sürmediler! Onlar sorumluların yargı önüne çıkarılmasını bekliyorlar.
3.köprü “Olsundu olmasındı, ağaçlar kesilmesindi, adı şu olsundu, bu olsundu” demeye kalmadan, toplumsal uzlaşma ve makulle köprüler yakıldı, inşaata başlandı. Rumelifeneri’nin oralara giderseniz, iki kıyıda karşılıklı devasa birinci ayakları göreceksiniz, korkmayın.
Alkol ile ilgili düzenlemeleri de içeren kanun teklifi, TBMM’de kabul edildi. 22.00’den sonra perakende alkol satışı yasaklandı. Hükümet; “Yasak değil, düzenleme!” diye ısrar etti. Çünkü hükümetin mücadele edeceği sözünü verdiği ‘üç y’ vardı. Neydi onlar; yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar. Dolayısıyla “yasak yoktu, düzenleme vardı”. Zam değil, fiyat ayarlaması gibi. Peki kaldırılan yasak yok mu? Var. Başörtüsü yasağı kalktı. İyi ki de kalktı. Başörtüsü taktıkları için mağdur edilenler mağduriyetten, toplum başörtüsü üstünden yürütülen sığ siyasetten kurtulmuş oldu.
KIZLI-ERKEKLİ EVLER
Dünyanın her yerinde devlet gücüne sırtını yaslayan bazı yöneticilerin görevlerini kişisel çıkarlarına alet ettiği biliniyor. Bu sapmalardan geriye kalan; istifa ve hatta -arzu edilmez elbette ama- intiharlardır. Japonya’da Kobe depreminde, Kobe Belediye Başkanı’nın, kentin imarını söz verdiği tarihte gerçekleştiremediği gerekçesiyle intihar ettiğini bilen ya da hatırlayan var mı? İstifalardaysa siyasetçinin demokrasi kültürü kadar, sistemin denetim gücü de öne çıkar. Sistem denetim mekanizmalarının işlekliğiyle, suça bulaşan siyasetçiyi tespit eder ve ona istifa ya da azilden başka seçenek bırakmaz.
DÜNYADA VE BİZDE
Batı ülkelerinde geleneksel olarak işleyen istifa müessesesine, geçmişte de bugün de Türkiye’de hemen hiç başvurulmuyor. Hakkını yemeyelim Turgut Özal, kabinesindeki bakanlardan İsmail Özdağlar’ın sadece makamından değil vekillikten de istifasını istemişti. Belki tek tük başka uygulamalar da olmuştur ama ülkemizde gün yüzüne çıkarılmış yolsuzluklarda, zanlı ve faillerinin kendi rızalarıyla istifa yolunu seçmedikleri malumdur. İtalya’daki ‘Temiz Eller’ operasyonu... Savcı Di Pietro, davada adı geçen tüm siyasi ve bürokratları sorgulamış, şaibe altında kalan bakanlar, başbakanlar görevlerinden ayrılarak, ‘temiz toplum ve yönetim’ için ülkelerinin önünü açmıştı.
Türkiye’de ise yolsuzluklar, görev ihmalleri haber yapılabilseler bile derin soruşturmalara uğramadan, geniş zamanın koridorlarında yitirilip unutturuluyor. Siyasi ilkesizliğin cezasız kalması, yurttaşın gözünde siyaset ve siyasetçiye bakışın giderek olumsuza evrilmesine yol açıyor. Siyasi tarihimiz gerçekleşmeyecek vaatlerle dolu. En sık ısıtılan örnek; birçok ilçeye il olma vaadi olmuştur. Çiller’in ‘her seçmene iki anahtar’ vaadi kaç seçmenin rüyasını işgal etmiştir dersiniz? Önümüzdeki yerel seçimde seçilirse seçmene -bir iç Ege şehrine- denizi getirmeyi vaat eden aday adayını izlemişsinizdir.
Politikanın siciline gölge düşüren bir etken daha: Siyaset ve sermaye ilişkisi. Seçim öncesi propaganda için büyük miktarlarda harcama yapılması, politikayı zenginlerin meşgalesi haline getiriyor. Siyasete girecek bir yurttaş yeterli maddi kaynağa sahip değilse ya da bir kapital sahibince finanse edilmiyorsa, vekilliğe aday olmaya bile yaklaşamıyor. Hal böyle olunca siyaset, halkın gözünde bir rant ve çıkar sağlama faaliyetine dönüşüyor.Bir tane daha: Siyasetçinin dokunulmazlık zırhıyla cezadan korunması. Üstüne bir de; siyasi partilerin suça karışmış ya da şaibeli vekillerini cezalandırmak yerine, “Yedirmeyiz” pişkinliğine gönül indirerek iç disiplin mekanizmalarını rafa kaldırmaları...
DENETLEME
Siyasetçiyi denetleme görevi öncelikle TBMM’ye ait. Partiler bu denetim görevini, anayasa ve içtüzüğe uygun ‘yazılı-sözlü soru, gensoru, araştırma ve soruşturma önergeleri’ ile kullanırlar. ‘Yüce Divan’ da ciddi bir denetleme yolu. Ancak; önergelerin kabul veya reddinde, siyasi hesapların önemli rol oynaması, söz konusu denetleme enstrümanlarını çoğu zaman devre dışı bırakıyor. Peki denetlemenin devlet kanadını oluşturan başka kurumlarda durum nedir? Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın denetleme fonksiyonlarının sağlıklı işletildiğini söyleyebilmek için elimizde olumlu somut olay ve örnekler var mı? Hak getire! Son yıllarda adını sıkça duyduğumuz Kamu Denetçiliği Kurumu ve Ombudsman. Adları var, icraatları yok.
Bu kentte perde açışının 10.yılını kutlamaya hazırlanan Türk tiyatrosu Objektif Sahne’nin daveti üzerine, birkaç tiyatrocu arkadaşımla geçen cuma sabahı İstanbul’dan Nürnberg’e uçtuk. Bir başka ülkede, başka bir kentte, toprağınızdan, sosyal faunanızdan uzakta ne yapar, ne hissedersiniz?
Yola hazırlıksız çıkan, eve hikâyesiz döner. Mesleki vesilelerle başlayan, imkânlar ölçüsünde keyfe keder seyahatlerle gelişen bir gezip görme yordamım var. Yola düşmeden, ufaktan bir APK (araştırma, planlama, koordinasyon) kafasına girer, gideceğim yere benden önce gitmiş arkadaşların önerilerini alır, internetten edindiğim bilgilerle meşrebime uygun öncelikler belirler, bir program oluştururum.
Hikayemi arıyorum
Gittiğim her yerde beni bir hikayenin beklediğini düşünürüm. Görünenin dışında, maksadın ötesinde, en az bir gerekçesi daha vardır her seyahatin. Eğer onu fark etmeden, bulmadan dönersem, seyahati yarım bırakmış, bir farkındalık fırsatını boşa harcamış olduğuma inanırım.
Bu kez plan program yapamadan, apar topar geldim bu kente. Evet, 10 yıl ayakta kalmış bir Türk tiyatrosunun mürüvvetini görmek için Nürnberg’deyim ama en az bir neden daha olmalı şimdi ve burada olmamı gerektiren. Gözümü, gönlümü dört açıp o nedeni, hikâyeyi bulmalıyım.
Kültür sanat çevrelerinde birkaç haftadır, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Özel Tiyatrolara Yardım Yönetmeliği’ne eklediği dört kelimelik bir tamlamanın tarifi tartışılıyor: Genel ahlaka aykırı hususlar. Söz konusu tarif, bakanlığa proje bazında yardım başvurusu yapan tiyatrolara verilecek yardımın, hangi koşullarda geri isteneceğinin açıklandığı 14. maddenin satır arasına yamalanmış. Şöyle deniyor:
(…) YARDIMIN GERİ ALINMASI: MADDE 14/e) Projenin sergilenmesi sırasında, projenin bakanlığa sunulan konusu dışına çıkılarak anayasada belirtilen temel ilkelere, kanunlara, genel ahlaka aykırı hususlara ya da bireyleri ve/veya kurum kuruluşları ve/veya toplumun bir kesimini rencide edici veya hakaret içeren hususlara yer verildiğinin tespit edilmesi. Yukarıdaki hallerden birinin tespit edildiği tiyatroya yazılı tebligat yapılarak yardımı yasal faiziyle birlikte 15 gün içerisinde iade etmesi talep edilir. (…)
Peki, sivil/siyasi her platformda, temel ilkeleri de dahil neredeyse tümünün değiştirilmesi için tartışma ve pazarlıkların yürütüldüğü anayasayı ve çoğu zaman “failden çok mağduru cezalandırıyor” şikâyetlerine konu olan kanunları bir kenara koyalım. O fasıl, hukuk formasyonu gerektiren bir tartışma. Gelelim şu bitmez tükenmez ‘genel ahlaka aykırılık’ tartışmasına.
Genel ahlak
Genel ahlak; bireye “toplumun tamamının ortak eğilimi budur!” gerekçesiyle dayatıldı çağlar boyu. Nedir bu genel ahlak? Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, en yakın ve en geniş çevrenle barış içinde yaşayacak, barışı koruyacaksın. Bunlar hiçbir bireyin, siyasi veya dini yapılanmanın itiraz etmeyeceği, değişmez, evrensel genel ahlak prensipleri. Buraya kadar tamam, bundan bir adım sonra; tamamen bulanık, sübjektif, dönemsel değişkenlere bel bağlamış genel ahlak manzumeleri ile karşılaşıyoruz.
Tarih boyunca her türlü dini ve siyasi otorite, iktidarı ele geçirdiği andan başlayarak, yukarıda sıraladığımız temel genel ahlakı eğip bükme, hâkimiyet alanını genişletme, o alanı mümkün olan en uzun süre boyunca kontrolünde tutmak adına, bir özel ahlak geliştirmeye çalışmış ve dayatabildiği ölçüde bu özel ahlakı genelleştirme çabasına girişmiştir. Genel ahlakla bağını koparmış bu dönemsel ‘hormonlu genel ahlak anlayışı’ muktedire iktidar yolunu açan sıkı çoğunluk tarafından bir zaman ayakta tutulur. O zaman diliminde toplum hayatının bütününe gölge eder. Fakat ‘kıymeti muktedirden menkul’ oluşu nedeniyle, giderek hayatın karşısında erimeye, evrensel genel ahlak değerleri karşısında çürümeye başlar ve sıkı çoğunluk yeni bir muktedire yüz çevirdiğinde; tası tarağı toplayamadan tarihe karışır.
Tiyatro ahlakı
Tiyatro, farklı disiplinlerden birçok sanatı bünyesinde harmanlayan total bir sanat. Dikbaşlıdır. 2500 küsur yıldır dimdik ayaktadır. Tiyatronun kadim varlığının teminatı bu