Paylaş
Konuşma bitti. Telefonu masaya bırakıyorum. Bütün sesler elendi… Çalışma odamda, kulaktozuna yenmiş okkalı bir tokatın sağır eden çınlaması… Onu hatırlamaya çalışıyorum. Solgun yüzünü, belli bir tona kilitlenmiş vara yoka yükselmeyen sakin sesini, hazan yaprağı gibi savrularak yürüyüşünü, sıkıldıkça bıyıklarına giden kemikli ve marifetli ellerini. Orta boylu, zayıf ama çalımlı bir beden. Pek nadir gülen gözlerinde belli belirsiz bir keder. Derdi tasayı önce yük, zamanla mülk edinmiş edası. Hep uzaklara bakarak konuşur, daha çok dinlemeyi tercih ederdi.
Bütün olarak hatırlamakta güçlük çekiyorum onu, ikimizi… Belleğimin sıvası aşınmış duvarlarından, ortak zamanlarımızın önü arkası silikleşmiş görüntüleri akıyor bölük parça. Unutayazmanın çaresizliği öfke nöbetine dönüşecek biliyorum, kendimi tanıyorum. “Öfke oburdur” demişti bir keresinde bana. “Ne kadar beslersen besle, doyuramazsın.” Öfkeme yenik düşmemek için hatırlamaya oturmam anıları sıraya sokmam lazım. Kütüphanenin kuytusuna itelenmiş gömlek kutusunu bulup çıkarıyorum. Hayatımın fotoğraf karelerine hapsedilmiş kırıntıları bunlar ve ancak bir gömlek kutusunu dolduracak kadarlar. İşim düştüğünde hiç değilse duygusal bir düzene sokmayı düşündüğüm bu kutuyu, işimi gördükten sonra yine unutulmaya itelerim daima.
TEK BİR FOTOĞRAF
Ona ait tek fotoğrafı az önce oraya bırakmışım gibi çekip çıkartıyorum diğerlerinin arasından. Arkasına ‘Esir dayıdan, özgür yeğene yürek dolusu selamlar… / 01 Ağustos 1985’ notu düşülmüş. İşte o! Bel hizasına kadar devlet grisine, yukarısı kirli beyaza boyanmış beton bir duvara vermiş sırtını. Üstte bordo bir penye, altında haki bir eşofman, ayağında terlik. Hediyesi duvara vuran yaz güneşi, kendi gölgesinin içine dikilmiş, sağ ayağı duvara dayalı, sol ayağı üstünde cezalı, mağlup ve mağrur genç bir devrimci.
Bursa Cezaevi’nin havalandırma avlusu burası. Yirmili yaşlarının sonlarına doğru kendi ifadesiyle ‘esirliğinin’ beşinci senesini sürmekte. Fotoğrafı elime verdiklerinde beş yıldır görmemiştim dayımın yüzünü. Onu son kez 15’inci yaşgünümden -12 Eylül 1980- bir gün önce görmüştüm. Dayım o gün evden çıktı, gece dönmedi, ertesi gün askeri darbe gerçekleşti. Doğum günümü kutlamadık.
MİNYATÜR KALE
Fotoğrafı şimdi daha dikkatle okumaya çalışıyorum. Dayımın sol dirseğinin altında devlet grisiyle kirli beyazın buluştuğu sınırdaki siyah çizgiyi ilk kez farkediyorum. İlk bakışta duvara vurmuş bir gölge gibi görünen o şey; yağlıboyayla çizilmiş bir minyatür kalenin sınırlarını temsil ediyor. O zamanlar ‘minyatür saha futbolu’ derdik, beşer oyuncuyla, kalecinin elini kullanmadan kaleyi koruduğu, dar alanda, küçük kaleli futbol coşkusu. Cezaevinde avlusunda dar alan daha da daralıyor, kale ancak duvara çiziliyormuş demek.
Dayım o dar alandan 1986 yılının güz aylarında çıkıp geldi ‘dışarı’. 12 Eylül hukuksuzluğuna karşı; tektip kıyafet giymemek için yatılan açlık grevlerinin, cezaevi direnişlerinin, yaşı büyütülerek asılan genç devrimci yoldaşlarının ağır hatıralarının arasından geçerek.
O içerdeyken ‘dışarısı’ çok değişmişti. Onlar; içerde cezaya yattıkları ilk günden başlayarak kendi dar alanlarında sınıfsız toplum rüyalarını yaşatırken, dışarda savaş açtıkları eski düzen yeni formlar, farklı parametreler kazanmıştı. Bulduğu Türkiye bıraktığı Türkiye değildi. Yirmili yaşlarının başında içeri düşüp otuzlara merdiven dayamış olarak çıkan biri olarak, vasıf gerektiren işler için yetersiz, vasıf gerektirmeyenler için fazla donanımlıydı. Değişime yabancılaştı, içine kapandı.
Güvenilir, sağlam karakteri nedeniyle kendisine teslim edilen işletmeleri idare etti uzun yıllar. Değişken piyasa koşullarında sık sık topu atan bir işletmeden diğerine koştu durdu. Doğru düzgün bir hayat standardı görmediği için sınırlı maaşla yaşama konusunda zorluk çekmedi. Harcama alışkanlığı yoktu çünkü. Kendi gibi iyi kalpli, sessiz bir kızla evlendi bir ara. Yürümedi, evlendikleri gibi yine sessizce ayrıldılar. Yalnız yaşadı velhasıl. Her gün sadece işini yaparak, giderek daha az konuşarak. Zamanla hiç konuşmaz oldu.
KONUŞMA BİTTİ
O içerden çıktığında ben çoktan evden ayrılmış, başka bir şehirde hayata karışmıştım. Az görüştük, çok sustuk. Ama hep birbirimizi sevdiğimizi bildik. Hem güzel bir abi olarak hem de damıtılmış bir siyaset bilgesi olarak bendeki emeği kalbimin duvarına kazılı…
“Oğlum; sonra haber vermediğimiz için üzülürsün diye aradım. Dayını kaybettik. Bu sabah kendini asmış işyerinde… Başımız sağ olsun!”
Konuşma bitti. Telefonu masaya bırakıyorum. Bütün sesler elendi. Çalışma odamda, kulaktozuna yenmiş okkalı bir tokatın sağır eden çınlaması…
Daha birkaç gün evvel gazeteden okuduğum bir cümle düşüyor aklıma. Dayımın döneminden namı yürümüş bir abinin cümlesi: “Devrimci mücadele açısından 12 Eylül bitmiştir.” Bitmiş demek. Bilemiyorum… Dayımın 12 Eylül’ü bitti nihayet. Benimki? Ya tanıdığım başka bazı abilerin, ablalarınki? Bilemiyorum…
Şimdi 14 yaşıma gideceğim. Gecenin bir yarısına, ahşap bir iskelenin burnuna, lüks lambasının ışığının denize vurduğu bir ağustos akşamına. Dayımla denize bayat ekmekler atacağız yine… Sonra kefallerin ekmeğe üşüşmelerini bekleyeceğiz, iskeleye vuran gölgemizin kucağında. Ben kefalleri böyle kandırarak avlamanın devrimci ahlaka sığıp sığmadığını soracağım ona, o benzersiz gülümsemesiyle denizi seyretmeyi sürdürecek, sorumu yanıtsız bırakarak… Çok güzel susacağız…
Kulağımdaki çınlama kim bilir belki böyle hafifleyecek zamanla…
Paylaş