Yeni başlayanlar için Celalettin Cerrah

İKİ çeşit polis vardır:

BİR: Dünyadaki gelişmelere sonuna kadar kapalı, asosyalliğiyle gurur duyan, tabanca koleksiyonu yapıp boş zamanlarında gür bıyıklarının bakımıyla uğraşan devletin "baba" polisi...

İKİ: Dünyaya açık, şeffaf, eğitimli, kültürü ve görgüsüyle uygar dünyaya uyumlu, insan haklarına saygıyı angarya saymayan, demokratikleşmeyi içselleştirmiş, iletişimi müthiş halkın polisi...

Maalesef İstanbul gibi dünya çapındaki bir kentin emniyet müdürlüğü görevi, bu iki tip polisten birincisinin ellerindedir.

Yani İstanbul, uzun zamandan beri "Cerrah Baba"nın alaturka tarzına mahkûmdur...

O tarz şöyle bir tarzdır:

Biraz babacan, biraz sert ama her daim esprisiz!

Ve bu "müdür", ısrar ve inatla o görevde tutulmaktadır.

Neden?

Çünkü onu oraya atayanların zihinlerindeki "polis tipi", bundan başkası değildir de ondan.

***

Aslında sorunun kaynağı Cerrah değildir.

Çünkü...

Cerrah eninde sonunda bildiğini okumaktadır.

Sivaslıların gönlüne taht kurmuş bir "Cerrah Baba" olarak, orada uyguladığı tarzın benzerini İstanbul’da uygulamaya çalışmaktadır.

Ve doğal olarak, Sivas ile İstanbul arasındaki devasa fark, Cerrah’ın bilip uyguladığı yöntemleri ezip dağıtmaktadır.

Bu sınanarak anlaşılmıştır.

Cerrah iletişim kuramamaktadır. Ne zaman konuşsa gaf yapmaktadır. Asosyallikten "iyi polislik" sonucu çıkarmaktadır.

Böylece Türkiye’nin taşrasında pekala başarılı olabilecek yöntemler, İstanbul gibi bir metropolde tökezlemeye yol açmaktadır.

Kısacası bu yüzden olup bitenin sorumlusu Cerrah değildir.

Sorumluluk, Cerrah’ın omuzlarına kaldıramayacağı yükü yükleyenlerdedir.

Can Dündar sallıyor

Türkiye’nin "belgesel abisi", oturmuş "politik analiz" attırıyor:

Güya...

Abdullah Gül ile Ali Babacan’ın arası açıkmış.

Bir uçak yolculuğunda Gül, birinci sıranın "A" koltuğunda oturuyormuş; Babacan ise aynı sıranın "F" koltuğunda.

Yani birbirlerine en uzak mesafede oturuyorlarmış!

Can Dündar da bu oturma düzeninden yola çıkarak hükmünü veriyor:

"Küs gibilerdi."

Ve bu hükmün ardından, durumu kurtarmaya çalışan cümle geliyor:

"Elbette oturma düzeninden siyasi yorum yapacak değilim ama uçaktaki bu mesafenin hayatta da açıldığına dair ciddi emareler var."

Neymiş bu emareler diye bakıyorsunuz...

Ele gelir tek bir emarenin bile ortaya konmadığını görüyorsunuz.

Yani durum kurtarılamıyor.

***

Öyle uzun boylu siyaset analizcisi falan olmaya gerek yok.

AKP içindeki hiyerarşik yapıdan az buçuk haberdar olan biri, Abdullah Gül ile Ali Babacan arasındaki ilişkinin "küslük" kaldırmayacak tarzda bir ilişki olduğunu bilir.

Çünkü:

Abdullah Gül, parti içinde Ali Babacan’ın abisi durumundadır.

Onu partiye alan da, bakan yapan da Gül’dür.

Ali Babacan da parti içinde Gül yanlılarının başında gelir.

Aralarında bir küslük söz konusu olamaz.

Eğer Babacan görevinde başarısız ise, Abdullah Gül "küskünlük" yapmaz.

Çeker Babacan’ı bir kenara ve "Ali! Ne oluyor? Biraz daha dikkat" diyerek uyarır.

Babacan da bu uyarı karşısında zerre kadar alınganlık göstermez; sadece "Tamam abi" der, o kadar.

Yani "Gül, Babacan’a küstü" diye yazmak için, bu ilişki biçiminden habersiz bir şekilde sallamak gerekir.

Can Dündar da bunu yapmıştır.

Sanki hükümet değişti

GİDEN komutan demokrat imiş...

Ve onu çok özleyecekmişiz.

Gelen komutan ise şahin imiş.

Ama üzülmemeliymişiz...

Çünkü ne kadar şahin olursa olsun o da özünde demokrat bir askermiş.

Sonra...

Gelen komutan, "Sevr paranoyası"na tutulanlardan söz etmiş.

Yani? Ulusalcı kampın yanında yer almamış ve bu da bir şeymiş!

Komutanların yaptıkları konuşmaların "gizli şifreleri" varmış. Hepimizin bu şifreleri çözmesi gerekirmiş.

Falan filan...

Bütün bunları okuduktan sonra buradan seslenmek istiyorum:

Arkadaşlar!

Ne oluyor? Hükümet mi değişti?

Neden kendinizi kaybediyorsunuz?

Hem söyler misiniz?

Hangi AB ülkesinde genelkurmay başkanı değişince böyle yorumlar yapılır?
Yazarın Tüm Yazıları