Sivas yazısı

BUGÜN 2 Temmuz...

Sivas’taki vahşetin yıldönümü...

Yeni şeyler söyleyecek durumda değilim.

Bunun yerine...

Madımak Otel’de ölen 37 aydının anısına, iki yıl önce yazdığım "Madımak Müze Olsun" başlıklı yazımı bir kez daha yayımlıyorum...

Ancak...

Bunu yaparken kendimi asla temize çıkmış hissetmiyorum...

Utancım sürüyor, yüzüm kızarmaya devam ediyor.

Yani...

Günahını çıkarıp rahatlamış bir Nasrani rahatlığı içinde değilim.

Bu yüzden...

Aşağıdaki yazıyı lütfen, "Eski Ahmet Hakan" ile "Yeni Ahmet Hakan" arasında gerçekleşen bir hesaplaşmanın sonucu olarak değerlendiriniz...

İşte 2005 yılında Hürriyet’te yayınlanan o yazı:

* * *

Eskiden gerekçe üretmeye fazlasıyla meraklıydım.

Şunları söylerdim:

Aziz Nesin kutsal değerlere saygısızlık ve hakaret içeren Salman Rüşdi’nin "Şeytan Ayetleri" adlı kitabını yayınlamaya kalkışmasaydı...

Sivas gibi hassas bir kentte öyle bir etkinlik düzenlenmeseydi...

Araya provokatörler girmeseydi...

Halk tahrik edilmeseydi...

Falan filan...

Duyarlılığımı büsbütün kaybetmediğim için, aslında bütün bu gerekçelerin, olayın vahim sonucunu karşılamadığını alttan alta sezerdim...

Ama ah işte! Bir kampın içindeydim...

Ve benim için önemli olan "vicdan" ya da "sağduyu" değildi...

Önemli olan, üyesi olduğum kampın, bu vahim olayı en az hasarla atlatmasını sağlamaktı.

Bugün çok şükür öyle bakmıyorum.

Ve yine çok şükür, acayip utanç duyuyorum, yüzüm kızarıyor.

Hem de suçun bireysel olduğunu bildiğim halde...

Hem de 12 yıl önce Sivas’ta yaşananlarla en küçük bir ilgim olmadığı halde...

Utancımın nedeni şudur:

Değil mi ki ben Sivas’ta yaşananlar karşısında içinde bulunduğum kampın çıkarları adına uyduruk gerekçeler bulmaya çalıştım.

Ve değil mi ki ben yaşanan vahşet karşısında yüreğimin ve vicdanımın isyanını bastırdım...

O halde...

Hiç çekinmeden, komplekse kapılmadan ve kimin ne diyeceğine aldırış etmeden özgürce haykırabilirim:

12 yıl önce yaptığım yanlıştı...

Ve o gün söylemem gerekeni bugün yüksek sesle söyleyebilirim:

Hiçbir gerekçe, hiçbir mazeret, 37 kişinin öldürülmesini yetmez karşılamaya.

Kutsal olsun olmasın, hiçbir dava, 37 insanın öldürülmesine gerekçe olamaz.

Aslında 12 yıl önceki suskunluğum, içinde bulunduğum kampın iddialarıyla da fazlaca çelişmekteydi.

Çünkü savunduğum davanın ilkeleri çok netti...

Şuna inanıyordum:

Bizler bir kötülüğe önce elimizle müdahale etmekle mükellefiz. Elimizle müdahale edebilecek durumda değilsek dilimizle karşı çıkmamız gerekir. Diyelim ki dilimizle engel olmaya da takatimiz yok... O zaman yine yapacak bir şeyimiz var: Hiç olmazsa yüreğimizle isyan etmekle mükellefiz.

12 yıl önce işte bu mükellefiyetlerin hiçbirini doğru dürüst yerine getirmedim.

Aksine saçma sapan gerekçelerin peşinde koştum...

Utancımın nedeni budur. Yüzüm bu yüzden kızarmaktadır...

Utancımı gidermeyeceğini bildiğim halde CHP’li bir milletvekilinden gelen ’37 aydının öldüğü Madımak Oteli müze olsun’ önerisini şiddetle desteklediğimi buradan ilan ediyorum.

Evet, Madımak Oteli müze olmalı...

Kapısına da şu yazılmalı:

Hiçbir kutsal dava 37 kişinin öldürülmesine gerekçe olamaz.’

Bir düzeltme, bir ekleme

DÜZELTME: Dünkü yazımda "...Abdullah Yüce’nin ’Uzanıp giden tren yolları’ şarkısı..." diye bir cümle geçiyordu... Doğan Hızlan aradı... "O şarkının aslı ’Uzayıp giden o tren yolları’ olacaktı" dedi ve gerisini de getirdi: "Uzayıp giden o tren yolları / Açılıp sarmayan yarin kolları / Uğurlar kızları, nazlı dulları / Uzayıp giden o tren yolları..." Doğan Bey, "Benim pek sevdiğim bu şarkı Abdullah Yüce’ye değil, Kemani Naci Tektel’e aittir" bilgisini de verdi... Düzeltirim efendim... Tabii Doğan Bey’e teşekkürü ihmal etmeden...

EKLEME: Gazetecilik bilgisine pek güvendiğim, soğukkanlılığının ve ağırbaşlılığının bana örnek olmasını dilediğim bir gazeteci dostum, dünkü "Hayrünisa ile Latife arasındaki 7 fark" başlıklı yazım için "Eksik olmuş, en önemli farkı atlamışsın" dedi ve o "En önemli fark"ı ortaya koydu. İletiyorum, efendim: "Latife, babası Muammer Bey’in teşvikiyle iyi mekteplerde okuyarak sıkı bir eğitimden geçmiştir. Hayrünisa ise henüz 15 yaşındayken, lise tahsilini yarıda bırakarak, başını örtüp kendisinden 15 yaş büyük Abdullah Bey ile evlenmiştir. Arada işte böylesi bir ’kültür farkı’ vardır."
Yazarın Tüm Yazıları