Paylaş
Herkes acayip ağırbaşlı, acayip temkinli, acayip yatıştırıcı, herkes acayip “ağır abi” vaziyetinde.
Sürekli akıl veriyorlar.
Hem de daha çok haksızlığa uğrayanlara veriyorlar akılları...
Mesela BDP’lilere diyorlar ki:
Hatip Dicle konusunda haklısınız. YSK yanlış yaptı. Ama siz yine de Meclis’e gelin. Ortalığı germeyin.
CHP yönetimi, bu türden “sağduyu” çağrılarının fazlaca etkisi altında...
Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ın serbest bırakılmaması olayını pek mesele etmeyeceklermiş gibi bir hava veriyorlar.
Alttan alıyorlar, “Bakacağız” diyorlar, “Yapıcı olacağız” diyorlar, “İtirazın sonucunu bekleyeceğiz” diyorlar.
CHP’yi resmen “Aman BDP’liler gibi yapmış olmayalım” endişesi sarmış durumda.
İşte buraya yazıyorum:
CHP’liler bu şekilde alttan aldıkça...
Mehmet Haberal da, Mustafa Balbay da...
“Silivri Cezaevi Milletvekilleri” olarak kalmaya mahkum olur.
Peki ne yapsınlar?
Kırıp döksünler mi? Yakıp yıksınlar mı? İsyan mı etsinler? Tehdit mi etsinler? Şantaj mı yapsınlar?
Hayır, hayır...
Demokrasilerde “alttan almak” ile “kırıp dökmek” arasında bir yer vardır.
Kırıp dökmeden esaslı bir direniş sergilemek...
Yakıp yıkmadan itaatsizlik yapmak...
İsyan etmeden toplumun dikkatini çekecek stratejiler bulmak...
Gerekir.
Bizde ağlamayana meme vermezler.
Türkiye’de haksızlığı düzeltecek olan mekanizmaları harekete geçirmek için mutlaka sarsıcı çıkışlar yapmak gerekir.
Mesela ben BDP’li bağımsızların “Topluca Meclis’e girmeme” kararlarını saygıyla karşılıyorum.
Oturma eylemleri yapmalarını da...
Seslerini çıkarmalarını da...
Ama saygıyla karşılamadığım iki husus var:
BİR: Protestoları demokratik tepki çerçevesinin dışına taşırmak...
İKİ: Dağlara yaslanıp şiddet ve tehdit içeren açıklamalar yapmak...
Geçmiş olsun Birand
MEHMET Ali Birand, bir rahatsızlık nedeniyle ameliyat oldu. Çabucak iyileşip yeniden ekrana dönsün. Çünkü onun bitmeyen muhabirlik aşkına, tükenmeyen habercilik heyecanına hepimizin ihtiyacı var.
Bu arada Birand’ın rahatsızlık gerekçesiyle bir süreliğine ekrandan çekilmesi karşısında en büyük rakipleri Uğur Dündar ile Ali Kırca, acımasız rekabeti bir tarafa bırakıp insani tavır koydular. Onlara da bravo diyorum.
Yeni milletvekillerindeki sünnet çocuğu heyecanı
KİMİ eşi ve kızıyla geliyor Meclis’e, kimi oğluyla, kimi babasıyla... Bazıları el öptürüyor, bazıları el öpüyor. Bazıları ise daha “modern” bir sevinç gösterisi sunuyorlar bize: Eşle öpüşerek verilen fotoğraflar falan.
Hepsinde bir “Ankara’ya abimiz gelmiş” havası.
Oysa sandıktan çıkan tutukluların hapisten çıkamadığı, yemin töreninin bağımsızlar olmadan gerçekleşeceği belirsiz bir süreçte milletvekili olmak, “ateşten gömlek” giymek gibi bir şeydir. Bayram yapacak bir durum yok yani...
Seni mavracı seni
PERİHAN Mağden dünkü Taraf gazetesinde bana cevap vermiş.
Neredeyse tam sayfaya yakın destansı bir metinle... Yine tam bir hezeyan şeklinde... “Bridget Perihan’ın günlüğü” tadında...
Perihan, yazısında Ertuğrul Özkök’e telefon açıp “Sizin haftanız başladı, minik fareniz geldi Ertuğrul Bey” demesini izah etmiş.
Üslubundaki heyheyi bir tarafa bırakırsak geriye şöyle bir şey kalıyor:
“Ben bu Ertuğrul’la aslında dalga geçmiştim. Çevirdim santralını Hürriyet’in, zart diye bağladılar. Ben de ‘Sizin haftanız başladı, minik fareniz geldi Ertuğrul Bey’ diye mavra yaptım. Telefonu kapayınca da ‘kah kah-kih kih’ diyerek neşemi buldum. Ama herif şakayı anlamadı şekerim.”
İyi de bir insan nefret ettiği, tiksindiği, adı geçtiğinde midesinin bulandığı birine telefon açıp niye mavra çevirmeye kalkar ki?
“Zeytinyağı Perihan”da bunun da cevabı var.
Şuna benzer gerekçeler üretiyor:
“O zamanlar ben bir minik Gürcü kızıydım. Bu kadar olgunlaşmamıştım. Mavracıydım, dalgacıydım, numaracıydım. Açardım telefonu, bulurdum kafayı... Sonra da gelsin kah kah, gitsin kih kih... Ama artık büyüdüm... Artık hınçlı, kinli, tavırlıyım. Artık alayınızdan bunaldım, alayınızdan sıkıldım.”
Ne diyelim?
“Seni eski mavracı seni” desek kurtarır mı?
Aslında olay şudur:
Perihan önüne gelene hakaretler yağdıracak, aşağılayacak, sıfatlar yapıştıracak.
Ama hiç kimse Perihan’a “Sen bir zamanlar Ertuğrul Özkök’e ‘Minik fareniz geldi Ertuğrul Beyciğim’ diye telefon açmıştın, ne iş?” diye soramayacak.
Sorulduğu anda Perihan, tam sayfaya yakın heyheyli bir metinle hakaret yağdırmaya devam edecek.
Bu mudur? Budur.
Tamam, Perihan...
“Şirinlik yaptın” ya da “kafa buldun”.
Ve bu durumu da altı üstü “Ertuğrul Özkök’ün paralı askeri” diye aşağıladığın, küçümsediğin adamın biri tuttu yazdı.
Peki söyler misin, nedir bu buhran Perihan?
Kişisel tarihini çıkarmalar, ruh halini anlatmalar, köşecilik geçmişini 32 kısım tekmili birden yazmalar, fırsattan istifade geçmişte altında kaldığın lafların ezikliğiyle ilgisiz kişilere laf çakmalar...
“Paralı askerin biri” sana takılmış, velev ki haksız takılmış. Niye bu kadar sıkıntıya soktun ki kendini? Madem bir “ilke prensesi” ya da “müdanasızlıklar kraliçesi”sin, bunu ekstradan bir destanla ilan etmeye neden gerek duydun?
Yoksa farkında olmadan yaraya tuz mu bastım? Farkında olmadan hassas alana mı daldım?
Neyse... Uzatmayacağım.
Madem ben yazdıkça, sen tam sayfaya yakın karşılıklar vereceksin.
Madem “gündem” olmayı bizim gibi “aşikâr” değil de “gizliden” seviyorsun.
Al, buna da ver tam sayfaya yakın bir karşılık.
Hadi bu da benden sana kıyak olsun...
Hem bakarsın “kalan pilavdan kadınbudu köfte yapar” gibi eski yazılarından yaptığın son kitap da satar Allah satar.
Özlü sözler
“Türkçeyi güzel kullanmamak milli günahtır” FETHULLAH GÜLEN (Türkçe Olimpiyatları için verdiği bu mesajla hepimizi “milli günah” kavramıyla tanıştırdı.)
“Gündemi pek takip edemedim” HAKAN ŞÜKÜR (Acemi milletvekilinin dakika bir gol bir yapması...)
“Stockholm Sendromu konusunda arkadaşlar şakalaşıyordu” KEMAL KILIÇDAROĞLU (Arkadaşlar çalışıyor vurgusundan arkadaşlar şakalaşıyor vurgusuna geçiş.)
Paylaş