"FLAŞ... Flaş... Flaş... Son günlerde bombaların patladığı Şemdinli’de bir kitabevine el bombası atan devlet görevlileri, halk tarafından kıskıvrak yakalandı..."
Ve işte bu ortamda bir "adam", acayip meşhur oldu...
O adam, Şemdinli’de bombalanan kitabevinin sahibi Seferi Yılmaz idi...
***
Seferi Yılmaz, hepimizin gözünde bir anda kahraman olmuştu.
Nasıl olmasın?
Adam, memleketimizin en ücra kentine iki buçuk saat uzaklıktaki o küçük ve sıkıcı sınır kasabasında "çocuklar okusun" diye kitabevi açmış...
Ancak...
"Ray-ban gözlüklü, tıraşı uzamış karanlık adamlar", onun bu kutsal girişimine iki adet el bombasıyla yanıt vermişti.
Madem...
"Kürt sorunu"na duyarlıydık...
Ve madem...
Şemdinli’de kitabevi açmak acayip yürekli bir işti...
O halde...
Biz "aydınlar"a düşen, en küçük bir kuşkuya kapılmaksızın, "aydınlanma savaşçısı"Seferi Yılmaz’ın yanında saf tutmaktan başka bir şey değildi.
Çünkü romantiktik ve kitaplara olan umudumuzu yitirmemiştik.
O kadar ki:
"Şemdinli kitapçısı", bazılarımızın aklına tuhaf biçimde bir Ahmet Kaya şarkısında anlatılan "Suphi" adlı acayip adamı filan bile getirmişti:
"Suphi... Bir acayip adam / Suphi benim canım ciğerim / Kimse bilmez nereli olduğunu / Susar akşam oldu mu / Bir cebinde Das Kapital / Bir cebinde kenevir tohumu..."
İşte bu alabildiğine romantik ruh haliyle gitmiştik Şemdinli’ye...
Tabii biz de alışılmış rutini izlemiştik: İlk işimiz "bombalanan kitabevi"ni ziyaret etmek olmuştu.
***
Seferi Yılmaz’ı ilk kez bombalanmış kitabevinin kanla kirlenmiş kitapları arasında gördüm.
O daracık ve izbe pasajdaki küçücük kitapçıya devletin karanlık adamlarının nasıl olup da leblebi atar gibi el bombası attıklarını...
Seferi Yılmaz’ın iki bombadan da en küçük bir yara almadan nasıl kurtulduğunu anlamak için bütün dikkatimi toparlamaya çalıştım.
Seferi Yılmaz biraz ürkek, biraz kararlı bir rahatlıkla bin kez anlattığı hikáyeyi bir kez de bizim için anlattı:
"Üç arkadaş dükkánın arka tarafında çay içecektik. Birden cam kırıldı. İçeriye iki el bombası atıldı. Bir arkadaşımız öldü. Bir arkadaşımız yaralandı. Ben kendimi dışarı attım ve bombayı atan adamların peşine düştüm."
Seferi Yılmaz, ayrıca "teknik bir bilgi"yi de bizimle paylaştı:
"El bombaları atıldıktan birkaç dakika sonra patlar... Filmlerden filan böyle biliyoruz."
Ve işte "kuşku", bu noktada benim kanıma girdi.
En pespayesinden en kalitelisine bunca aksiyon filmi izlemişliğim vardır; ama böyle bir teknik bilgiyi ileri sürecek cesareti kendimde bulamam.
Peki Seferi Yılmaz nasıl bu kadar rahat olabiliyordu?
Ve çok geçmeden bendeki kuşkuyu biraz daha artıracak bilgiyi aldım:
Meğer bizim "Şemdinli Kitapçısı", örgütün bomba işlerinden sorumluymuş. 10 yılı aşkın bir süre de PKK davasından hapis yatmış.
Artık kararsızdım.
İşin içinde iş mi vardı? PKK yapımı bir tezgáhla mı karşı karşıyaydık? Yoksa gerçekten "derin devlet" mi harekete geçmişti?
Kararsızdım...
Dalgaya mı geliyorduk? Salak yerine mi konuyorduk?
O dakikadan sonra "kitabevi romantizmi"ni bir tarafa bıraktım.
***
Dünkü Hürriyet’in manşetinde gördünüz:
Şemdinli’de askeri hedeflere yönelik bombalı saldırıların Seferi Yılmaz’ın işi olduğu iddiası dev puntolarla haykırılıyordu.
Haberi okuyunca...
Ne yalan söyleyeyim:
Seferi Yılmaz ile ilgili kuşkularım daha da derinleşti...
Benim gözümde...
"Şemdinli kitapçısı" kaçınılmaz biçimde "Panama terzisi"ne dönüşüyor.
Ancak...
Yine de başka tür bir dalgaya getirilmemek için ihtiyatı elden bırakamıyorum.