Reha Muhtar gibi önüne gelene ön adıyla hitap ederek "Çaktırmadan pozisyon almaya çalışan" biri değilimdir.
Yönetmen Mustafa Altıoklar’a "Mustafa" diye seslenmemin bir gerekçesi var.
Hikáye şudur:
Geçtiğimiz günlerde CNN Türk’te "Tarafsız Bölge"de "Beyza’nın Kadınları" adlı filmi konuşmak üzere Mustafa Altıoklar ile bir araya gelmiştik.
Programdan önce yaptığımız sohbete ben, "Hoşgeldiniz Mustafa Bey" ya da "Nasılsınız Mustafa Bey" filan türünden "mesafeli nezaket" cümleleriyle girerken...
Bir de ne göreyim?
Altıoklar, "Sen nasılsın Ahmet" filan diyerek teklifsiz tekellüfsüz başlamıyor mu?
Eh, takdir edebileceğiniz gibi, benim "Mustafa Bey"den "Mustafa"ya geçişim hayli zahmetli oldu.
Ama oldu işte.
Başlıktaki "Mustafa" seslenişi, işte o "zahmet"in eseridir.
Bedeli ödenmiştir yani.
Neyse...
Bu "minik ayrıntı"yı geçelim de "Bak Mustafa" diyerek konuya girelim:
* * *
Bak Mustafa...
Sen yönetmensin.
Filmler çekersin, bazısı güzel, bazısı idare eder, bazısı feci.
"Film çekmek", başlı başına bir "iddia"dır ve bu "iddia"nın bir bedeli vardır.
Perdeye yansıdı mı film, artık senin elinden çıkmıştır.
Ellerinle büyüttüğün, asla kıyamadığın, üzerine titrediğin o "zavallı filmcik", artık hoyrat gözlerin her türlü didiklemesine sonuna kadar açıktır.
Kimi sırf sana gıcık kaptığı için çakar, kimi "zor beğenir" olduğunu kanıtlamak için.
Kimi aslında hiç beğenmemiştir; ama sırf seninle bir parça dostluğu var diye yutkunur ve "İzledim, harikaydı ama şurası biraz olmamış gibi" türünden aşırı idare-i maslahatçı yazılar döktürür.
Kimi eski filmlerinin ne kadar berbat olduğundan dem vurup yeni filmin için "Eh işte" filan diyerek seni çılgına çevirir.
Bak Mustafa...
İşte tam bu noktada sana düşen görev şudur:
Ne kadar dellensen de, çılgına dönsen de, "Ulan bana acayip haksızlık yapılıyor" filan diye düşünsen de, yutkunacaksın.
Kan tüküreceksin; ama kızılcık şerbeti içtim diyeceksin.
Çünkü sen "iddia"nı ortaya koymuşsun. Elini açmışsın, kozunu masaya sürmüşsün.
Artık "yaban bayırların maralı"sın.
Susacaksın ve filmin konuşacak.
Eğer filmin konuşurken, yetinmeyip bir de sen konuşursan ister istemez akla şu gelir: "Demek ki adamın filmi iyi konuşamıyormuş."
Baksana "Babam ve Oğlum"a. Yönetmeni hiç konuştu mu? Bıraktı, film konuştu ve iş bitti...
* * *
Yani demem o ki "sevgili"Mustafa...
Bırak konuşsunlar, yazsınlar, çizsinler.
Bir yazının, bir söylentinin, bir eleştirinin etkisi, öyle sandığın gibi "muazzam" değildir.
Eğer çektiğin filmin ruhu ile seyircinin ruhu birleşirse "gişe başarısı" filan kendiliğinden gelir.
Yani...
Zorlama kendini. Strese girme.
Ayrıca unutma ki:
Bütün bunlardan kurtulmak da mümkündür.
Elinde gül gibi mesleğin var.
Bırakırsın film çekmeyi, giyersin beyaz önlüğünü, yaparsın doktorluğunu, kurarsın küçük dünyanı...
Böylece ne karışan olur, ne girişen.
Kısacası Mustafa...
Sen sus, filmlerin konuşsun...
Alkışlıyoruz
TÜRK medya tarihine "sıradan izleyici" kategorisinde adını altın harflerle yazdıran ilk kişi Melek Kara ise ikinci kişi Serhat Bey’dir.
Neden mi? Anlatalım:
Sinan Çetin, malum, "Sürpriz Teklif" adlı bir televizyon programına başladı.
Programın formatı şöyle: Stüdyodaki "gelinlik giymiş kızlar", sevgililerine milyonların önünde evlenme teklif ediyorlar. Bu arada stüdyonun kulisine başka bir gerekçeyle getirilen "damat adayları", bu sürpriz teklife bir yanıt veriyorlar.
Gelelim "Bizim" Serhat Bey’in hikáyesine...
Serhat Bey’e "Kenan Işık’ın programına çıkacaksın" demişler, o da gitmiş...
Ancak stüdyoya girdiğinde sevgilisini gelinlikle bekler bulmuş...
Sinan Çetin, "Ne diyorsun? Bak sevgilin evlenme teklif ediyor" filan dediğinde şu muhteşem yanıtı vermiş: "Bu tür boş programlara aşkımla malzeme olmam. Bu programların kimseye faydası yok."
Bu durumda bize düşen şunu söylemektir: "Serhat Bey! Siz bizim her şeyimizsiniz!"