Ağır polemiklere girdim. Şiddetli sataşmalara maruz kaldım. Dalağımdan girdiler, kırık kolumdan çıktılar. İftiranın en hasını, garezin en pisini, kıskançlığın en kalleşini gördüm, görüyorum. Ama fakat lakin... Şu son birkaç gündür... Destursuz “futbol bağı”na girince... Bunların hepsinin “leblebi çekirdek” olduğunu fark ettim. * * * Mesela... Geçen gün “Fenerbahçe’nin dramı” diye bir laf ettim. Hay etmez olaydım! Hayatım boyunca işittiğim tüm galiz küfürlerden daha fazlasını işittim. Neymiş efendim, Fenerbahçe gibi “şanlı bir takım” için “dram” kelimesini kullanamazmışım. Mesela... Dünkü yazımda Trabzonspor hakkında bir benzetme yaptım. Hay yapmaz olaydım! Küfür de neymiş! Ölümlerden ölüm beğenmem gerekliliğiyle karşı karşıya kaldım. Neymiş efendim, Trabzonspor’la ilgili benzetme yapamazmışım. Sanki Beşiktaş ya da Galatasaray farklı mı? Onlar hakkında yazılacak iki satırlık bir esprinin karşılığının farklı olacağına dair tek bir işaret bile yok. * * * Generallerle kafa bulacağız. Başbakan’la alay edeceğiz. Magazin figürleriyle maytap geçeceğiz. Bakan ya da milletvekiline ironi yapacağız. İşadamına laf çakacağız. Yazar-çizerle en sertinden polemiklere girişeceğiz. Hatta terör örgütleri hakkında bile ileri geri yazıp çizeceğiz. Ama iş futbol takımlarına gelince... Suspus olacağız. Ya takımlardan birine yaslanarak diğerlerine laf çakacağız ya da idare-i maslahat yaparak durumu geçiştireceğiz. Öyle mi? Bana diyorlar ki: Sen anlamazsın, “taraftar psikolojisi” diye bir şey vardır, bu psikoloji kanun manun / hukuk mukuk tanımaz. Terörize olursun. En iyisi huyundan ve de suyundan gitmek. * * * İyi de kardeşim, eğer ben “idare edecek” olsaydım... Başbakan’ı idare ederdim ya da bilemedin Cumhurbaşkanı’nı... Bakanlardan hiç değilse birini idare ederdim ya da bilemedin CHP’yi... Pozisyonumu “idare etmek” üzerine kurardım. Medyanın “cici adamı” olarak tebarüz etmeye gayret ederdim. Askere oynardım. “Jöleleme” yapardım. Öyle çok korkusuz bir adam olmadığım halde bazı şeylerin üzerine üzerine gitmeye kalkışmazdım. Yani demem o ki: En ağır muktedirleri bile idare etmemişim, şimdi tutup da “taraftar psikolojisi”ni mi idare edeceğim? * * * Her zamanki gibi korkuyorum... Her zamanki gibi ürküyorum. Ama her zamanki gibi... Korkarak ve ürkerek de olsa... “Vız gelir tırıs gider” diye meydan okumaktan da geri durmuyorum. Hadi bakalım.
Bayramda yapmayı sevmediğim
BİR: Nerede o eski bayramlar nostaljisine girmek. İKİ: Tatile gitmek... ÜÇ: Bayrama özgü gelenekleri angarya olarak değerlendirmek... DÖRT: Kapıya gelen çocukları harçlık yerine sadece şeker verip savmaya kalkışmak. BEŞ: Yeni giysiler giymeyi küçümsemek. ALTI: Aile buluşmasından yırtmaya kalkışmak.
Üç mesele
- BENGİ YILDIZ: “Şefkat duyuyorum” falan demiştim ama biraz düşününce şefkatten de vazgeçtim. Düşünsenize: Adam gerilla kılığına girip taş atacak, bölgenin gariban çocuklarını gaza getirecek. Ama sonra da Bodrum’da “mayolu gerilla” olarak boy gösterecek. Olmaz böyle şey. - DENİZ FENERİ: Bir davada savcıların görevden alınması, o davanın sanıklarına yapılan iyilik değil, en büyük kötülüktür. Çünkü sanıkların, en azından imaj olarak kendilerini aklama hakları elinden alınmaktadır. - ALİ KOÇ: “Dolduruşa getiriliyor”, “Yerinde olmak istemezdim” falan dedim ama sağduyu ile düşününce Fenerbahçe’yi ancak Ali Koç’un kurtaracağına ben de ikna oldum.
Bayramda neler okuyalım
- “EDEBİYATTAN PEK ANLAMAM”: Yeni edindim kitabı ve elimden bir türlü bırakamadım. Edebiyatın hiç de korkulacak bir alan olmadığını gayet eğlenceli bir şekilde anlatıyor. İçinde “edebiyat konusunda hava basmaya” yarayacak sayısız işe yarar ya da yaramaz bilgi var. Süper eğlenceli ve kolay okunuyor. NTV Yayınları’ndan çıktı. Kaçırmayın derim. - “ALKOLSÜZ LOKANTALAR”: Tam adı: “İstanbul’un En Güzel Alkolsüz Lokantaları”... Kendisine “sonradan gurme” adını veren Salih Zengin tarafından kaleme alınmış. Salih’i, Zaman gazetesinde yaptığı harika röportajlardan tanıyoruz. Kendisi kafa dengi bir arkadaşımızdır. Kitabı da muhteşem... Siz de benim gibi kafayı “İstanbul’da en iyi künefe nerede yenir?” türü meselelere takanlardansınız, cevabını aradığınız her türlü sorunun yanıtının bu kitapta olduğunu müjdeleyebilirim. Hayy Kitap’tan gayet özenli bir baskıyla çıktı. - “AŞK HAFİF BİR UYUŞTURUCUDUR”: Kitabın adı bu... Ama en sonda bir “genellikle” sözcüğü de var. Klinik deneyler yapmışlar, hayvanlar üzerinde araştırma yapmışlar, sevda durumunun her evresinin biyolojik ve psikolojik görüntülerini incelemişler falan... Ve sonra da aşk denilen halin “hafif bir uyuşturucu” etkisi yaptığına karar vermiş. Tabii “genellikle”. Bayramda gider yani... Kitap İmge’den çıkmış. - “YIKIK KENTLİ KADINLAR”: Çağdaş edebiyatın usta yazarlarından Müge İplikçi, bu kez edebiyat dışı bir kitapla karşımızda. 17 Ağustos depreminde kentleri yıkılan, çocuklarını, alilerini kaybeden kadınları yazmış Müge İplikçi... Bir belgesel gibi... Sadece acıları değil, alınmayan önlemleri de işin içine katarak. Deprem konusunun neden gündemden hiç düşmemesi gerektiğinin bir cevabı gibi bu kitap... “Tam bayramlık” değil ama Everest’ten çıkan bu kitaba da bir göz atılsa iyi olur derim.
Ramazan mı şeker mi?
BU tartışmayı yeniden başlatma niyeti taşıyanlara hatırlatıyorum: Bu tartışma yapılmış ve en güzel şekilde noktalanmıştır. Geçen sene bu konuda “Şeker gibi bir Ramazan Bayramı” denildi ve üzerinde toplumsal bir konsensüse varıldı. Yarayı kaşımayalım ve bayram dileklerimizi hep “Şeker gibi bir Ramazan Bayramı” üzerinden gerçekleştirelim. Böylece hem “Şekerciler”, hem de “Ramazancılar” mutmain olsun. Ve hayat bayram olsun!