Paylaş
Bu pespaye adam, şu anda “Yaptığım bir eylemle koca İslam dünyasını nasıl da rahatsız ettim” diyerek böbürleniyordur mutlaka.
İşte ben buna fena halde bozuluyorum.
*
Zerre kadar dikkate almasak bu adamı nasıl olur? “Deli” deyip geçsek ya da “Cehennemin dibine kadar yolun var” diye fısıldamakla yetinsek?
Ve böylece bu manyak, hiçbir şey elde edememiş olmanın çaresizliğiyle tasını tarağını toplasa ve defolup gitse.
*
Böyle diyorum ama aslında benim de öfkem tepemde. Adamın küstah ve kibirli suratına bakınca bir hınçla doluyorum.
Yaşadığım tam olarak şöyle bir şey:
*
Manyağa sinirlenmek ama sinirlenmenin manyağın işine geldiğinin de farkında olmak.
*
Sinirleniyorum ama minnacık bir meczup bozuntusunun, koskoca İslam dünyasını bu kadar kolay ayağa kaldırabiliyor olmasından da rahatsız oluyorum.
Ne yani?
Biz şimdi dünyanın dört bir yanında ortaya çıkabilecek her türlü manyağın yaptığı çeşitli münasebetsizlikler karşısında sürekli hop oturup hop mu kalkacağız?
Bu böyle nereye kadar gidecek?
Kışkırtıcılığın bu denli yankı uyandırabilmesi, alçak kışkırtıcıları daha da enerjik hale getirip palazlandırmaz mı?
*
Çok iyi hatırlıyorum:
*
Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabına karşı İslam dünyasının dört bir yanında müthiş gösteriler yapılmıştı. İstanbul’da yapılan gösteriye ben de katılmıştım. Şahane bir eylem olmuştu.
*
Şimdi geriye dönüp baktığımda kendi kendime şunları söylüyorum:
*
Keşke o lanet kitabı, bu kadar çok ciddiye almasaydık. Keşke çöp sepetine basket yapsaydık. Keşke Humeyni o fetvayı yayınlamasaydı. Keşke görmezden gelseydik o metni. Keşke yazarına bu kadar büyük şöhret kazandırmasaydık. Keşke Selman Rüşdi denilen adamı, yaptığı saygısızlıkla baş başa bıraksaydık.
*
“Vakar”, İslam’ın çok önem verdiği bir kavram.
“Daha vakur bir tutum nasıl olur?” sorusuna cevap aramamızın vakti geldi de geçiyor sanırım.
BİR DAKİKA
TÜRKİYE Cumhuriyeti Devleti yetkililerinin İsveç devletine karşı koydukları tavır için görüşüm farklı.
*
Çok güzel, çok şahane, çok klas bir tavır olarak görüyorum onu.
*
Türkiye Büyükelçiliği’nin önünde böylesine provokatif bir münasebetsizliğe izin verdiği için İsveç devletine en güçlü tepkinin gösterilmesi gerekiyordu. Yapılan budur.
Devletin bu olayla ilgili koyduğu tavır, vakarı bozmaz. Tam tersine vakur bir tavırdır.
*
Sonuç olarak diyorum ki:
Devletin koyduğu bu vakur tavırla yetinelim. Daha fazla önem vermeyelim şu alçak münasebetsize.
TOKSİK BİR İLİŞKİ
KILIÇDAROĞLU ve İmamoğlu ilişkisinden söz ediyorum.
*
Kılıçdaroğlu aday olmak istiyor. İmamoğlu aday olmak istiyor. Kılıçdaroğlu, “Sen aday olamazsın” diyor. İmamoğlu, “Tamam” falan diyor ama bildiğini okumaya devam ediyor. Yan yana geliyorlar. Karşılıklı gülücükler, karşılıklı övgüler. Sonra bir bakıyoruz: Çaktırmadan kıran kırana rekabet. Tam Kılıçdaroğlu adaylığını ilan edecek. İmamoğlu kendisi için yaptırdığı şarkılarla Anadolu turuna çıkıyor. Peki ya sonra? Ne olacağı çok belli: Yine karşılıklı gülücükler, yine karşılıklı övgüler.
*
Offf! Nasıl da toksik bir ilişki oluştu aralarında. Aday belirlense de kurtulsalar şu toksik ilişkiden.
İLAÇ GİBİ GELDİ BU METRO
İSTANBUL Havaalanı’nın en büyük eksiği metroydu.
“Metrosuz havaalanı mı olur?” deniliyordu haklı olarak.
*
İşte bu büyük eksiklik giderildi. Kâğıthane’den İstanbul Havaalanı’na kadar metroya kavuştu İstanbul.
*
Artık, “Metrosuz havaalanı mı olur?” denemeyecek. Neyse... Geç oldu ama güç olmadı diyelim.
BİRİ BABACAN’A SÖYLESİN
DAVOS’u artık kimse ciddiye almıyor. En neoliberal tipler bile Davos’a “zenginler kulübü” diyerek dudak büküyor. “Davos man” falan diye kafa bulanlar bile var Davos’a koşturarak gidenlerle. Yıldızı söndü Davos’un. Ukrayna savaşı, ardından yaşanan enerji krizi bütün ezberleri bozdu. Rusya’ya ekonomik yaptırımlar, Çin’le ekonomik savaş falan... Küreselleşme neredeyse tersine döndü. “Küreselleşen ticaret ve karşılıklı bağımlılık, barış ve demokratikleşme getirir” diye bir tez vardı. Yıkıldı gitti bu tez de.
*
Biri Ali Babacan’a bunları anlatabilir mi acaba?
*
Çünkü kendileri “Bakın bakın... Beni Davos’a davet ettiler... Bakın bakın... Nasıl da Davos’tayım” falan diye hava basıp duruyorlar da.
AÇILIN, OKAN BURUK’U ÖVECEĞİM BİRAZ
SON 12 maçı da kazanarak tarihe geçmiş Okan Buruk.
Büyük bir başarı.
Mikrofonlar uzatılmış kendisine.
Şöyle demiş:
*
“Maçlar tek başına kazanılmıyor. Oyuncularımız harika iş çıkarıyorlar. Başarıyı birlikte yaşıyoruz.”
*
Okan Buruk’un bu yaklaşımı, teknik direktörlük paradigmasını değiştirecek türden bir yaklaşım.
Sanırım artık daha sakin, daha paylaşımcı, daha gürültüsüz, daha sansasyondan kaçınan teknik direktörlük anlayışına doğru gidiyoruz.
BİR SOSYALLEŞMEDEN ÖĞRENDİĞİM İKİ ŞEY
BİR: Tantuni, öyle kadim bir yemek değilmiş. 1980’lerde Mersin’de icat edilmiş. Mucidi kimdir, tam bilinmiyormuş. Biraz karambol varmış bu konuda. İlk tantuni, akciğerden yapılıyormuş. Ben de yüzyıllardır süren köklü bir gelenek sanıyordum tantuniyi. Hay Allah!
İKİ: Bergüzar Korel, bir şarkı albümü çıkarmış. Ardından da Gökçe Bahadır aynı yola girmiş. Fakat
genel dinleyici kitlesi, Bergüzar Korel’in albümünü “Olmuş, olmuş” diye selamlarken Gökçe Bahadır’ın albümünü “Olmamış, olmamış” diye karşılamış. Ve bütün bunlardan benim haberim olmamış. Hay Allah!
Paylaş