BAZILARI "İslamcı holdinglerin para toplama" olayının şöyle gerçekleştiğini zannediyorlar:
Avrupa’daki Türk işçilerinden para toplamaya karar veren sözde "dini bütün bir zat", önce Konya’da "holding" adı altında üç masalı, beş sandalyeli bir ofis kiralar.
Sonra alır eline çantasını ve "Ver elini Almanya" der.
Orada bir camide başlar nutuk atmaya:
"Ey cemaat! Müslümanların ekonomik olarak güçlenmesi elzemdir. Artık zengin olma sırası Müslümanlardadır. Buradaki birikimlerinizi faize yatırmayıp yastık altında tutuyorsunuz. Bize verin, biz değerlendirelim."
Bunu duyan "dini duyguları kabartılmış" masum cami cemaati de, "Haydi! Ya Allah!" diyerek paralarını o zata teslim eder.
***
Evet... Bazıları, olayın tam da böyle gerçekleştiğini zannediyor.
Oysa... Bu "şablon" doğru değildir.
Tamam... Sözde "dini bütün zat", elinde çantasıyla Almanya’ya geldiğinde en fazla "din, iman, Müslümanlık, cihat" gibi kavramları kullanmıştır.
Onu dinleyen cemaat de en çok bu kavramlara ilgi duyar gibi yapmıştır.
Ancak...
Hem parayı toplayanın, hem de parayı yatıranın asıl ilgisi, "kár payı" meselesine odaklanmıştır.
Yani...
Parayı toplayan, ne kadar görkemli cihat nutukları çekerse çeksin, asıl mesaj olarak "Biz şu kadar kár payı veriyoruz" vaadi üzerinde durmuştur.
Parayı veren de, ne kadar "dini duyguları coşmuş" havasında olursa olsun, en fazla "Acaba ne kadar kár payı verecek?" meselesine kilitlenmiştir.
Kısacası...
İki taraf için de asıl hedef şudur:
Ekonomik gerçekçilikten uzaklığı belirgin dünyevi bir saadet!
Sonuçta:
Bir taraf "olmayacak vaatlerle" parayı kapmıştır, bir taraf da "olmayacak bir hayal"e kapılıp parayı kaptırmıştır.
Bu işte, "din, iman, cihat" gibi kavramlar, sadece ve sadece, bu basit ve hilekár alışverişin "büyülü fonu"nu oluşturmuştur.
Bir Sabahat Akkiraz var
ŞÖYLE bir fotoğraf gelsin gözünüzün önüne: Anadolu’nun izbe mi izbe bir köyünde, içli bir kadın, kucağında bebeğini sallarken türkü söylüyor! Sabahat Akkiraz’ın türkü söyleşiyi işte böyle bir şey.
Onu götürüp Paris’in ortasına koyun, hiçbir şey fark etmez: Doğaldır, gayretsizdir, yapmacıksızdır, samimidir. Kısacası o hep "beşik sallar gibi"dir.
Ama bir yanıyla da en olmayacak sentezlere girişmekten kaçınmaz.
Geçen gece Babylon’da, onun Orient Expressions ile işbirliğinden doğan albümünün tanıtım gecesindeydim.
Ve o gece bir yanıyla acayip otantik, bir yanıyla acayip devrimci bir Sabahat Akkiraz’ın bir kez daha yükselişine tanık oldum.
Beyaz, Okan’ı dengeler mi
İŞİN aslı şudur: Ne Beyaz, Okan’ı dengeleyebilir, ne de Okan, Beyaz’ı...
Çünkü "şovmen" deyip geçmemek gerekir; ikisi arasındaki fark sanıldığından çok daha fazladır.
Şöyle ki:
BİR: Okan, arkasına aldığı "kurumsal yapı"yla bir tür "düzenli ordu"ya geçiş yapmıştır. Beyaz ise hálá bireysel oynamaktadır. Yani "gerilla faaliyeti"ni tercih etmektedir.
İKİ: Okan misafirlerine kötü davranacak gibi yapıp acayip iyi davranır. Buna karşılık Beyaz misafirlerine iyi davranır gibi yapıp en netameli konulara balıklama dalar.
ÜÇ: Okan, sırtını bir "akış planı"na rastlayıp, işi sürprizlere bırakmaz. Beyaz ise bir "baba konuk" etrafında gelişecek sürprizlere bel bağlar.
DÖRT: Okan, álemin en "bulaşılmaz" figürleriyle, yani magazin gazetecileriyle uğraşacak kadar "tavır adamı"dır. Beyaz ise "Hamdık, piştik elhamdülillah" hikmetine mazhar olmuş bir derviş kıvamındadır.
BEŞ:"Okan ve adamları"na karşılık, "Beyaz ve arkadaşları" söz konusudur.
ALTI: Beyaz, "Kendisinden espri yapması beklenen kişi"dir. Esprisini patlatıp alkışını kapar. Okan ise bir "orkestra şefi" ciddiyetiyle ekibini yönetmektedir ve tek derdi dinamizmdir.
YEDİ: Beyaz, alabildiğine içtenliğin zaferidir. Okan ise çaba sarf edilmemiş bir karizmanın.
SEKİZ: Beyaz’ın "ana kuzusu" oluşu ve her daim annesinden dem vurması, iyi kalpli kitleler nezdinde bir artı puandır. Okan ise bu eksikliği Hakkı Devrim ile gidermeye çalışmaktadır.