Yüzeysel bir bakışla bile ‘sersemliğin başyapıtı’ olduğu hemen fark edilebilecek herhangi bir Türk filmi hakkında, iki dakika bile düşünmeden ‘Sersemliğin başyapıtı’ hükmünü veririm.
Damgalarım o filmi. Ne verilen emeği dikkate alırım, ne de harcanan parayı. ‘Sanatçımız’ ya da ‘sanatçılarımız’ üzülecekmişler, kederlenecekmişler, bir daha sanatlarını yapamaz hale geleceklermiş falan dinlemem. Kırar dökerim. “Tam da Türk Sineması’nın yükselişe geçtiği bir dönemde olacak iş mi senin yaptığın?” türü kompleksli tutumlara zerre kadar aldırmam. Gönül huzuruyla basarım yargımı... “Berbat bir film” derim. “Gitmeyin” derim. “Paranıza yazık” derim. “Vaktinize yazık” derim. Hatta Ruhat sonuna kadar haklıdır: Kampanya bile yaparım. PEKİ NEDEN Ben neden başkaları gibi, yüzeysel bir bakışla bile ‘sersemliğin başyapıtı’ olduğu hemen fark edilebilecek bir Türk filmi hakkında ‘şahane’, ‘harika’, ‘müthiş’, ‘muazzam’ türü sıfatları bolca kullanmıyorum? Ben neden hep yergide ileri gidip ‘berbat’, ‘dandik’, ‘sersemce, ‘bayağı’ türü sıfatları cömertçe kullanıyorum? Neden ben de mesela Ruhat gibi “sanatçıları sanatçılarla kıyaslamayalım, sanatçılarımız çok içli insanlardır, onları üzmeyelim” türü basmakalıp yazılar döşenmiyorum? Kimileri övgüde aşırı giderken, ben neden yergide aşırı gidiyorum? BUNUN ÜÇ SEBEBİ VAR BİR: Çünkü ben, bizde öteden beri var olan ve bir türlü tam yıkılamayan pohpohlama ve gazlama geleneğini tarumar etmek istiyorum. Bu geleneği yıkmak istiyorum. İKİ: Çünkü ben çektiği sersemin sersemi filmi aşırı derecede pohpohlanmış ve gazlanmış birinin, yeni çekeceği filmdeki sersemlik oranının artmasından endişe ediyorum. ÜÇ: Çünkü ben ortaya konan bir sanat ürününün, her türlü eleştiriye, yergiye, alaya, hatta sövgüye ve hatta kampanyaya açık olduğunu düşünüyorum. Övgüde aşırıya gitmek nasıl serbestse, yergide aşırıya gitmenin de o oranda serbest olduğuna inanıyorum.
Değişik bir çağdaşlık ölçüsü
Bir generali, bir komutanı, bir genelkurmay başkanını... Darbeci hevesler içine girdiği, iç siyasete müdahil olduğu, kendisini dokunulmaz kıldığı zamanlarda değil de... Seçilmiş bir Cumhurbaşkanı’na asker selamı verdiği zaman eleştirirsen... Ne kadar modern, ne kadar post-modern, ne kadar ilerici, ne kadar çağdaş görüntü verirsen ver... Asla gerçek bir ilerici, gerçek bir modern, gerçek bir çağdaş olamazsın.
Bir ‘tek taraflı beslenme’ örneği olarak Kemal Bey
Can Dündar’ın yazısında okudum: CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun en sevdiği yazar Yaşar Kemal’miş. En sevdiği film ise ‘Sürü’. 12 Eylül yönetiminin Ruhi Su’ya yaptığı haksızlığı unutamıyormuş. Aşık Mahsuni’ye şapka çıkarıyor, Sabahat Akkiraz’ı ise beğeniyormuş. Söz kitaplardan açıldığında İsmail Cem, Doğan Avcıoğlu ve İsmail Beşikçi üzerine konuşuyormuş. Ne çıkıyor bu yekûndan? Ne çıkacak? Tek taraflı bir kültürel beslenme çıkıyor. Hem de 1970’lerin sonunda donup kalmış bir tek taraflı kültürel beslenme. Son derece renksiz, kokusuz, çelişkisiz, kibirli ve tek tip ürünlerden oluşan bir beslenme çantası. BİR VARLIK, BİR MAVERA Ben ‘İslamcı’ denilen bir muhitte yetişip büyüdüm. Bizim muhitte hiç değilse bazılarımız, daha lise yıllarımızda ‘tek taraflı kültürel beslenme’ anlayışına karşı bayrak açmıştık. Bir cebimizde Yeni Devir gazetesi vardı, diğer cebimizde Cumhuriyet... Bir yandan Rasim Özdenören’in ‘Gül Yetiştiren Adam’ını okuyor, bir yandan da Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’inin ikinci cildine takılıyorduk. Bir yandan ‘Minyeli Abdullah’ romanına reva görülen zulmü mesele ediyor, bir yandan da Ruhi Su’ya yapılanları gün be gün takip ediyorduk. Türküleri Ruhi Su’dan dinliyorduk. Sadece Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel okumuyorduk, İlhan Selçuk ve Ali Sirmen de okuyorduk. Her ay bir tane Mavera alıyorsak bir tane de Varlık alıyorduk. ‘İslamcı’ denilen muhitten gelen insanlar, bugün Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olabilmişlerse... Bunda içlerinden bazılarının vaktiyle ‘tek taraflı kültürel beslenme’ anlayışına bayrak açmalarının da bir rolü olmuştur. Bu açıdan... Kemal Kılıçdaroğlu’nun da başarı kazanabilmek için ‘beslenme çantası’nı zenginleştirmek gibi bir acil eylem planına ihtiyacı var. Bunu teknik olarak başaramıyorsa... Hiç değilse sağına soluna ‘tek taraflı kültürel beslenme’ anlayışına maruz kalmamış danışmanlar yerleştirebilir. Çünkü korkarım başka türlü o devasa açık kapatılmayacak gibi.
Öylesine bakmıştık
Geçen gün, “Silivri’de arazi baktım” diye yazdım. Hay yazmaz olaydım! Şahsıma ait posta kutusu, değişik ebatta arazi tapuları, fotoğrafları ve fiyatlarıyla doldu taştı. Müthiş bir arazi propagandasına maruz kaldım. Hatta bazı matrak arkadaşlar, “Sen bırak Silivri’yi... Gel falanca yere... Hava mis, arazi ucuz...” diye kafa bulan telefon mesajları bile attılar. Buradan belirtmekte fayda mülahaza ediyorum: Değerli arkadaşlar! Arazi falan alacak değiliz. Sadece ‘arazi bakmak’ lafının büyüsüne kapılıp küçük bir macera yaşadık. Alıcı değiliz yani... Boşuna nefes tüketmeyin ne olur.
Otel yazıları (2)
ADAM AND EVE Yer: Antalya / Belek... Tema: Romantizm. Farkı: Aynalar, kırmızılar ve beyazlar içinde oluşu... Algısı: Butik gibi algılanıyor ama büyük. Daha doğrusu büyük otel ama tıpkı butik gibi... Yormuyor yani. İddiası: Mahremiyete olağanüstü titizlenme... Özelliği: Negatif bir elektriği yok. Servis: Kesinlikle güler yüzlü... Yemek: Çeşitlerle göz dolduruyor. Amaç zaten her şeyden önce gözü doyurmak... Restoran: İçinde körlemesine tattıran karanlık bir lokantası bile var. Konsept: Yatma üzerine... Resepsiyonda da, lobide de, barda da yatak var. Gururu: SPA’sı... Fazlası: İki adet sinema salonu...
THE EDITION Yer: İstanbul / Levent... Tema: Güler yüzlü ciddiyet... Farkı: Konfor için hiçbir masraftan kaçınmamak. Algısı: Ultra lüks gibi algılanıyor ama kasıntı bir otel değil burası... İddiası: Dizaynı... Özelliği: Konaklayanları alabildiğine şımartmak... Servis: Abartılı bir kibarlık içinde... Yemek: Cipriani’den geliyor, daha ne olsun! Konsept: Ağırbaşlı ama kasvetli değil. Işıklı ama cafcaflı değil. Gösterişli ama görgüsüz değil. Gururu: SPA’sı ve yüzme havuzu... Fazlası: Odalarının büyüklüğü...