Paylaş
Bir edebiyatçı, karısını öldürmekten içeri atıldığında “Ülkede kültür düşmanlığı aldı başını gidiyor” demek ne kadar mantıksızsa...
Bir gazeteci de, örgüt üyeliğinden içeri atıldığında “Gitti basın özgürlüğü gitti” diye feveran etmek, o kadar mantıksızmış!
“Yazıp çizmek” ayrı bir işmiş, “örgüt üyeliği” ayrı bir işmiş.
Bu nedenle...
“Gazeteciler içeri atılıyor, sıra kimde?” diye çırpınmak yerine, “Tehlikeli bir örgüt üyesi içeri atıldı” diye kendimizi güvende hissetmemiz gerekirmiş.
* * *
Kimden mi çıktı bu “çakma Çin malı” argüman?
Kimden çıkacak?
Uçsuz bucaksız bir özgürlük şampiyonu olan Gülay Göktürk’ten...
Bir başka özgürlük şampiyonumuz Cengiz Çandar da, “Argümansız kaldım anne” edasıyla atladı bu görüşün üzerine ve heyecanla alıntıladı köşesine...
Madem öyle...
O halde “Biraz sakin olun şampiyonlar!” diye seslenerek bu iki ismi aklıselime davet edelim.
* * *
Bakın, şampiyonlar!
Soner Yalçın, karısını kör testereyle keserken suçüstü yakalanmış olsa ve biz de “Eyvah gitti basın özgürlüğü” diye ağlaşsak, sonuna kadar haklı olursunuz.
Ya da...
Soner Yalçın, kar maskesiyle banka soyarken suçüstü yakalanmış olsa ve biz de hep bir ağızdan “Sıra hangimizde?” diye sorup dursak, yine sonuna kadar haklı olursunuz.
Ama insaf edin ve elinizi, eğer gramı kaldıysa vicdanınızın üstüne koyarak söyleyin:
Bir ressamın “resim yapması” ile “dolandırıcılık yapması” arasındaki kesin ve muazzam alakasızlık, Soner’in durumunda söz konusu edilebilir mi?
Ya da...
Bir edebiyatçının “kitap yazması” ile “karısını doğraması” arasındaki kesin ve müthiş alakasızlık, Soner’in durumuna uyarlanabilir mi?
* * *
Hadi savcıların gözaltındaki Soner Yalçın’a “Hişt, gazeteci! Söyle bakalım o haberleri neden yaptın?” diye sormasını es geçelim.
İnsan hiç değilse...
Ergenekon Davası’nın açıklarıyla ilgili haberler yapan bir gazetecinin, Ergenekon’dan içeri alınması karşısında minicik bir “şüphe” duyar yahu!
Bir ressam dolandırıcılıktan içeri alındığında tabii ki “Memlekette sanat düşmanlığı yapılıyor” diye feveran edilmez.
Ama Ergenekon’un açıklarını haber yapan bir gazetecinin Ergenekon’dan içeri alınması durumunda “Basın özgürlüğü elden gidiyor” denir.
Haykırılamıyorsa en azından minicik de olsa bir “şüphe” belirtilir, fısıltıyla da olsa bir “acaba” denir.
Bu da yapılamıyorsa en azından susulur ve “çakma Çin malı” argümanlarla gülünç duruma düşülmez.
Oyu kapınca haklı olmazsın
- Başbakan’ı mı eleştirdik? Başbakan’dan çok Başbakancılar hemen atılıyorlar: “İlk seçimde göreceksin gününü”.
- Ucundan azıcık bir kaygıyı mı dile getirdik? Yardakçı takımını hemen atılıyor: “Sen asıl haziranda sandıklar açıldığında göreceksin kaygıyı”.
- “Basın özgürlüğü”, “sivil dikta” falan mı dedik? Yandaşlığın bile bir adabı olması gerektiğini unutanlar hemen atılıyorlar: “En az yüzde 50 geliyor”.
* * *
Arkadaşlar!
Şu üç şeyi asla aklınızdan çıkarmayın:
- BİR: Hakikatlerin sağlaması, “açılan sandık sayısından elde edilen rakamlar” ile yapılmaz.
- İKİ: Çoğunluğun desteğini almak, her zaman haklı olmak anlamına gelmez.
- ÜÇ: Bir siyasi iktidarı eleştirmek ile o iktidarın yapılacak ilk seçimde gideceğini iddia etmek arasında fark vardır.
Bir müzikten çakmazın BAĞIRAN ŞARKICI LİSTESİ
FUNDA ARAR: “Arapsaçı” adlı şarkıyı bağırarak icra etmesi asla kulağımı tırmalamamıştı. Ama o tuttu, “Arapsaçı”ndan sonra söylediği her şarkıyı bağırarak söyledi.
ZERRİN ÖZER: Tamam, bağırarak şarkı söylemek artık onun bir tarzı oldu gibi... Ama en azından bazı şarkılarda tarzının dışına çıkmasının bir sakıncası yoktur herhalde.
LEVENT YÜKSEL: Eğer söylediği her şarkı “muhakkak bağırarak söylenecek şarkılar” kapsamına giriyorsa lafım yok. Ama sanki bağırarak söylenmesi şart olmayan şarkılarda da bağırıyor.
BÜLENT ERSOY: Allah taksiratını affetsin Zeki Müren, özellikle son dönemlerinde klasik okumayı bir tarafa bırakarak şarkıları kendi tarzına uydurarak bozardı. Bülent Ersoy ise resmen paramparça ediyor.
EDİP AKBAYRAM: Şarkılarına, duruşuna acayip saygı duyarım. Ama onun da bağırması meşhurdur. Halbuki bağırmadan söylediği az sayıda şarkıda sesi nasıl da billur gibi akar akar akar...
KUBAT: Neşet Ertaş türküleri söylüyor. İyi de ediyor. Ama insan “usta”ya biraz kulak verir... Onun inişlerine ve çıkışlarına dikkat eder... Hep çıkarak söylenmez ki türküler.
IŞIN KARACA: Sanki birisi ona “Ablacığım, Allah sana ses vermiş, peki sen neden koyuvermiyorsun” demiş de, Işın Karaca da bu öğütten dışarı çıkmamaya yemin etmiş gibi bir durum yok mu?
İBRAHİM TATLISES: Kişiliğinden bağımsız söylüyorum: Arabeske meylini bir tarafa bırakırsak hem sesiyle, hem de söyleyişiyle büyük bir usta o... Ama uzun hava söylerken mikrofon titretmesi yok mu? İşte bu beni deli ediyor.
İslam’ın 10 şartı
- BİR: Düşene vurma.
- İKİ: Tezgâh kurma, iftira atma, kalleşlik yapma.
- ÜÇ: En azılı düşmanınla savaşırken bile ahlak ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kal.
- DÖRT: Düşmanına karşı beslediğin kin ve nefrete rağmen adaletli olmaktan zerre kadar vazgeçme.
- BEŞ: Mazluma da, zalime de kimlik sorma.
- ALTI: Senden olanın zulmüne de kafayı tak.
- YEDİ: Senden olmayan mazluma bir tekme de sen atma.
- SEKİZ: Öyle bir ahlak abidesi ol ki, seni öldürmeye gelenin sende dirilmesini sağla.
- DOKUZ: Senden olmayanın ahlaksızlığına laf ettiğin kadar senden olanın ahlaksızlığına da laf et.
- ON: Haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytan olma yoluna sapma.
Ata’ya şikâyet meselesi
TUTUKLU general ve subay eşleri, “Bir şeyler yapmalıyız” diyerek harekete geçmişler. Bir dizi eylem yapacaklarmış.
İlk eylemleri de Anıtkabir’i ziyaret olmuş. Olan biteni Ata’ya şikâyet etmek için.
Açık söyleyeyim:
Ben şu “Ata’ya şikâyet” işinden vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü “Ata’ya şikâyet”in hem çocukça bir iş olduğu kanaatindeyim, hem de bir kaçış psikolojisini yansıttığına inanıyorum.
Atatürk, haklılığı haykırmanın, mağduriyeti vurgulamanın, hukuksuzluğa isyanın aracı haline getirilmemeli.
Paylaş