TAMAM... Dost düşman arasında "beyaz imam hatipli" sayılıyoruz.
Ama unutmayalım ki, "beyazın da beyazı" var!
Mesela...
Biz imam hatip lisesinde Ahmet Günbay Yıldız’ın "Yanık Buğdaylar", "Dallar Meyveye Durdu", "Çiçekler Susayınca" gibi mesaj kaygılı "ihtida romanları"na kendimizi vurup hislenirken...
Meğer...
Kolejlerdeki akranlarımız, "bir ergenlik başyapıtı" sayılan J.D. Salinger’in "Çavdar Tarlasında Çocuklar" adlı romanını, hem de hocalarının ağır telkini altında okuyorlarmış.
Gördünüz mü amansız fırsat eşitsizliğini!
Ya da şöyle soralım:
Aslında 17 yaşında okunması gereken bir başyapıtı, ancak 41 yaşında okuyabilmenin yol açtığı "kaçırılmış fırsat" meselesinin farkında mısınız?
* * *
Neyse...
Kendimi fena halde "gecikmeli Ankara treni" gibi hissederek de olsa, başladım "Çavdar Tarlasında Çocuklar" romanını okumaya.
Ve felaket sarsıldım, acayip afalladım.
Adama okulu bıraktıracak cinsten bir romandı bu.
İntihara meylettiren bir tarzı vardı.
Can sıkıntısının, ergen bunalımlarının şiiri gibiydi.
Alabildiğine duygusuz bir metinden, göz yaşartan bir duygunun çıkabileceğini kanıtlıyordu.
Kızların erkeklere "büyülü" gibi gelen dünyalarının nasıl da "hesapçı" olduğunu, yeni yetmelerin anlayışsız ve hödük dünyalarının nasıl da çekilmez olduğunu, ikiyüzlülüğün ve sahtekárlığın nasıl da her yanı sardığını, öyle iddiasız, öyle içten ve öyle yalın bir şekilde ortaya koyuyordu ki, etkilenmemek imkánsızdı.
"Tanrım, lütfen bitmesin" diyerek okuduğum kitabı bitirdiğimde...
Buruk, kösnül ve yapaylıktan uzak bir tatla baş başa kaldım.
* * *
Ve şimdi diyorum ki:
Ey benim hayatını "Şu katsayı zulmü bitsin" diye dua ederek geçiren imam hatipli muhterem genç kardeşlerim!
Madem ergensiniz...
O halde ergenliğinizin gereğini yerine getirin.
Bırakın şu "büyümüş de küçülmüş" tavırları.
Atın şu omuzlarınıza yüklenen ağır mı ağır "misyon adamı" yükünü!
Hayatın hiç fark etmediğimiz ayrıntılarını bize en vurucu bir şekilde aksettiren gerçek bir başyapıt olan "Çavdar Tarlasında Çocuklar" romanına vurun kendinizi.
Hem "diğer beyazlarla eşit fırsatı yakalama" şansını ele geçirin...
Hem de ben geciktim, siz gecikmeyin.
KİM KİME OY VERSİN
GÜNÜMÜZÜN Joseph Goebbels’i Tuncay Özkan biraderimizin harikulade bir buluşu var. Diyor ki: "Sağcılar MHP’ye, solcular CHP’ye oy versin."
Şu ana kadar bu buluşa ne MHP’den, ne CHP’den esaslı bir itiraz geldiğini işitmedim.
Sanırım iki parti de, bu "hinoğlu hin" buluşun sağlayabileceği imkánlardan sonuna kadar yararlanma arzusunda.
Madem öyle...
Neden bu harikulade buluşun kuşatıcılığını daha da artırmak için, bazı ek seçenekler sunmayalım?
İşte benim önerilerim:
BİR Polisler MHP’ye, askerler CHP’ye oy versin.
İKİ Erkekler MHP’ye, kadınlar CHP’ye oy versin.
ÜÇ Bağcılar MHP’ye, Nişantaşı CHP’ye oy versin.
DÖRT Ulusalcılar CHP’ye, milliyetçiler MHP’ye oy versin.
BEŞ Názım okuyanlar CHP’ye, Necip Fazıl okuyanlar MHP’ye oy versin.
ALTI Yoksullar MHP’ye, zenginler CHP’ye oy versin.
İnce mevzu
OĞULLARINI "devlet dersi"nde kaybeden "Cumartesi Anneleri" için şarkı yazmak ile genç yaşta dağlarda can veren askerler için şarkı yazmak arasında derin, kopmaz ve sarsılmaz bir bağ vardır.
Bunun farkındayım.
Yani...
Eski tabirle ortada bir tenakuz falan yoktur.
Sanatçı kalbi, genç yaşta elde silah can veren delikanlılar için de çarpar, kayıp oğullarını ve kızlarını arayan analar için de.
Dolayısıyla Sezen Aksu’yu bu açıdan eleştirmek haksızlık olur.
Ancak...
Sezen Aksu’nun, ardında medyatik bir üzüntü bırakarak genç yaşta trafik kazasında can veren Barış Akarsu’nun ardından bir Halil Cibran şiiri okuması, ister istemez bende bir içtenlik sorgulamasına yol açtı.
Ne yani?
Gündemde hangi acı varsa, Sezen Aksu, hiç sektirmeden o acının türküsünü mü söyleyecek?
Eğer böyle olacaksa, bizim gibi art niyetlilerde oluşan samimiyet kuşkusunu gidermek için de bir stratejisi var mı?