Paylaş
Askerlerin sivil siyasete müdahale edemediği...
Darbe planlarının mutlak cezalandırıldığı...
Albayların bitirme planları yapamadığı...
Askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanabildiği...
Bir ülkede yaşamak isterim ben...
Durum böyle olunca...
Benim de Mümtaz’er Türköne ile aynı türküyü çığırmam gerekir...
Benim de Zaman gazetesinin heyecanını paylaşmam gerekir...
Benim de Taraf’ın manşetlerine bayılmam gerekir...
Benim de tipik Yeni Şafak yazarı gibi olmam gerekir.
Yani “orada” olmam gerekir...
Ama... Fakat... Lakin...
Ben “orada” değilim, “orada” olamıyorum, “orada” olduğum takdirde tam olarak mutmain olamayacağımı görüyorum.
Neden mi?
Şu beş nedenden dolayı:
BİR: Askere çakmanın bir bedeli olduğu zamanlarda askerden şefaat dilenenlerin, askere çakmanın hiçbir bedelinin kalmadığı zamanlarda en kahraman Rıdvan kesilmelerinden iğrendiğim için...
İKİ: Adını vererek görüşlerini açıklamaktan korktuğu için gazetelere “Adını vermek istemeyen bir bakan” olarak görüş açıklayan korkak siyasiler eliyle demokratikleşmenin gerçekleşmeyeceğini bildiğim için...
ÜÇ: Hukuksuzluğun, tahammülsüzlüğün ve antidemokratik yaklaşımların, sadece askerden gelmediğinin, bazen bütün bunların sivil iktidarlar eliyle de gerçekleşebileceğinin farkına vardığım için...
DÖRT: Daha dün askerin sivil siyasete müdahalesi karşısında sadece “Bu cami ile kışlanın mücadelesidir, bizi ilgilendirmez” tavrını koyanların, neden bugün “cami”yi unutup tamamen “kışla”ya yöneldiklerini anlayamadığım için...
BEŞ: Kavganın, itiş kakışın, tartışmanın, dövüşün, bir “demokratikleşme mücadelesi”nden çok bir “iktidar kavgası” olduğunu fark ettiğim için...
Evet... Bu beş nedenden dolayı “orada” değilim...
Peki “orada” değilsem, “burada” mıyım?
Tabii ki hayır!
Kim demiş, koca memleket “Ya Tayyipçi olacaksın, ya da askerci” tarzında bir ikilemin esaretine girdi diye...
Ne “Tayyipçi” olurum, ne de “askerci”...
Ne iktidarını pekiştirdikçe tahammülsüzlüğünü arttıran, demokratlığından kuşku duyduğum iktidarın ateşini körüklerim...
Ne de “Ben ülkenin kurucu unsuruyum” diyerek burnundan kıl aldırmayan askerin, eski alışkanlıklar ile planlar yapmasına destek çıkarım.
Ne mi yaparım?
Ne yapacağım, filler tepişirken, tepişmenin bitmesini “araf” denilen güvenlikli bir yerde beklerim...
İtiraflarım
BİR: Çankaya’ya çıkmasın diye kelle koltukta mücadele verdiğim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, İzmirli protestocu kızın karşısında sergilediği engin hoşgörü ve müsamaha karşısında etkilendiğimi itiraf ediyorum...
İKİ: Flaş TV’de gece yarısı yayınlanan ve telefonla bağlanan izleyicilerin rüyalarının yorumlandığı “Rüyanız Hayrolsun” adlı programını kimselere çaktırmadan izlediğimi itiraf ediyorum.
ÜÇ: Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sünnetine uyup “maklube” adlı yemekten yediğimi ve bu yemeğe bayıldığımı itiraf ediyorum.
DÖRT: Yüz bin kere tövbe etsem yine Perestroyka Joke’a gittiğimi itiraf ediyorum...
BEŞ: Rüyamda Necip Fazıl’ı gördüğümü ve usta şairin bana dönüp, “Çocuk beni harcamaya utanmadın mı?” dediğini itiraf ediyorum.
ALTI: Yıldız Tilbe’yi ekranda seyrederken “acıma”, “nefret etme” ve “sempati duyma” duyguları arasında gidip geldiğimi itiraf ediyorum.
YEDİ: Eskiden “Sivas katliamı”nın karşısına “Başbağlar Katliamı”nı çıkararak ucuz dengeleme numaraları çektiğimi itiraf ediyorum.
SEKİZ: Yaşım ilerledikçe kurgusal olandan hızla uzaklaştığımı, başkalarının hayal güçlerinin beni etkileyemediğini itiraf ediyorum.
DOKUZ: Bülent Arınç’ın oğlu Ahmet Mücahit Arınç’ın sözlüsünün başı açık olmasından nedensiz bir memnuniyet duyduğumu itiraf ediyorum.
Paylaş