Ihlamur çiçeklerinin, kendi yoğunluğuyla ağırlaşmış tatlı kokuları ağaç diplerine ağırbaşlı bir yorgunlukla akıyor, ben, hayal şatolarının durgun gölleri gibi biriken kokuların içinden yürüyorum.
Binlerce yılın içinden yürüyorum ben.
Her yan çiçek.
Şebboylar, kalalar, laleler, ortancalar, gün güzelleri, rengarenk bahçe gülleri.
Öfkem, kıpkızıl, kokularla bileniyor.
Bütün korkuları çiğneyip aşmışım, bir meydan savaşı gibi yürüyorum.
Bir savaş gibi savaşa yürüyorum, soluğu alevden bir küheylan gibi öfkem, ıhlamur kokularıyla, şebboylarla koşuyor, vardığı yerde ne bulacağı umurunda bile değil, ölüm karşısında bir an, bir kısacık an bile gözlerini kırparsa sonsuza dek lanetlesinler bu öfkeyi.
Korkun siz korkaklar bu öfkeden.
Siz zorbalar, siz kırbaçlı efendiler, siz adalet tanrıçasını çamurlara bulayanlar, siz güce tapınanlar, siz korkun, hepimiz aynı ölümle sınanacağız.
Milyonlarca insanın sessiz çığlığından, acısından, haksızlıkla, zorbalıkla dağlanmış yanık ruhlarının kederinden, babasız kalmış çocukların ıssızlaşmış gözlerinden yapıldı bu öfke.
Binlerce yılın içinden yürüyorum ben.
Hatırlıyor musunuz Musa’nın peşinden Kızıldeniz’e yürüyenleri, İsa’nın sırtında çarmıhıyla tepeye tırmanışını, Muhammed’in saklandığı mağarayı, Ömer’e çekilen bıçağı, Kerbela’da öldürülenleri, engizisyonun yaktıklarını, Paris komününde vurulup düşenleri, yazlık sarayın önünde kurşuna dizilenleri, Galata Köprüsü’nde suikasta uğrayanları, Cezayir’de işkenceden geçenleri, toplama kamplarında yakılanları, birer meşale gibi kendilerini tutuşturan Budistleri, Franko’nun burgularla boğdurduklarını, halkına ihanet edenlere teslim olmayan Allende’yi...
Hatırlıyor musunuz bunları?
Campanella’yı, Thomas Moore’u hatırlıyor musunuz?
Karşılarına dikilen Alman mitralyözlerinin önünde sirtaki yaparak dans adımlarıyla kendilerini birer birer uçuruma atan Yunan komünistlerini hatırlıyor musunuz?
Kendi kazdığı mezarının başında öldürülen Lorca’yı hatırlıyor musunuz?
Hasan Tahsin’i hatırlıyor musunuz?
Ben onlarla yürüyorum.
Kalabalık yürüyorum.
Ölenlerle yürüyorum ben.
Siz öldürenlerle yürüyün.
Hepimiz aynı ölümle sınanacağız.
Bir an, bir tek an gözlerimi kırparsam sonsuza dek lanetleyin öfkemi.
Hayatı bilmez değilim.
Bütün o zevklerini...
Ben bu yollardan gençken de yürüdüm.
Bir aşk olmaya hazırlanan duyguların o utangaç, o masum, o arzulu, o yumuşacık, lekesiz kıpırdanışlarını, kaçamak öpüşmeleri, uzun sessizlikleri, aniden beliriveren o kısacık ve sebepsiz kederleri, insanın tenine şefkatle değen mutluluğu bilirim.
Yıldız sağanaklarıyla harelenmiş bedenlerin şehvetle kavranışını bilirim.
Bir meydan savaşı gibi yürüyorsam, artık sonunun ne olacağına aldırmıyorsam, eğer hazırsam her şeye, hayatla birbirimize sarılmadığımızdan değil, sizin hayata hükmedişinize duyduğum öfkeden.
Ben hepsinden vazgeçeceğim.
Siz de vazgeçebilecek misiniz?
Yürüyecek misiniz ölenlerle birlikte?
Bir sabah vakti, giyotin ensesine daha rahat çarpsın diye yakası kesilmiş gömleğiyle idama giden Andre Chenier’yi hatırlıyor musunuz?
Kapısında insanların asıldığı İstiklal Mahkemesi’nin yargıçlarına gözünü bile kırpmadan, "Sizin gibi yargıç olmaktansa benim gibi sanık olmayı tercih ederim" diyen Hüseyin Cahit’i hatırlıyor musunuz?
Babeuf’ü, Rosa Luxemburg’u, Babel’i hatırlıyor musunuz?
Şeyh Bedrettin’i hatırlıyor musunuz?
Pir Sultan’ı hatırlıyor musunuz?
Ahmet Yesevi’yi hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyor musunuz bunları?
Ölenleri hatırlıyor musunuz?
Öldürülenleri?
Acı çekenleri?
Ihlamur çiçeklerinin kokusu durgun bir su gibi birikiyor ağaç diplerinde, ılık bahar havası o kokularla koynuna alıyor beni.
Her taraf çiçek.
Bahçe kapılarından sarkan mor salkımlar, incecik gövdeleriyle pembemsi gülibrişimler, mor çiçekli yabani manolyalar.
Ardımızda ağlayan kadınlar, kederli çocuklar bıraktık.
Biz bu hayat için hayattan vazgeçtik.
Biz bu hayat için hayattan vazgeçeceğiz.
Siz, tutuklanmadan bir gece önce Babel’e Stalin’in gaddar bir gülümsemeyle ne dediğini biliyor musunuz?
Babel kapıdan çıkarken Stalin arkasından seslenmişti.
- Babel yoldaş silahınız var mı?
- Yok.
- Gerekebilirdi.
Ertesi sabah Stalin’in askerleri Babel’i tutukladılar.
Sibirya’daki bir çalışma kampında öldürdüler.
Öldürdüler onu.
Onları öldürdüler.
Ölenler de biliyordu çiçeklerin nasıl koktuğunu, elele tutuşmayı, şiir okumayı, birlikte gülmeyi, onlar da biliyordu özlemeyi, hayatın güzel olduğunu onlar da biliyordu.
Bir Mayıs’ta öldürülen işçiler de biliyordu...
Jack London da biliyordu...
Bir meydanda İngiliz askerler tarafından taranan Hintli direnişçiler de biliyordu...
Filistinli çocuklar da biliyordu...
Biliyorlardı hayatın güzel olduğunu...
Haksızlıkları da biliyorlardı ama...
Direnmek gerektiğini de...
Öfkeyle, kıpkızıl, kılıç gibi keskin bir öfkeyle direnmeyi.
Direnmek gerekir bazen.
Bir meydan savaşı gibi yürümek...
Bir savaş gibi savaşa yürümek.
Ne olursa olsun diyerek.
Sonsuzluğun kapıları bir gün hepimizin önünde açılacak, değmez bunu birkaç gün geciktirmek için boyun eğmeye, "yeter" demesini bilmeli insan.
Yol kenarında kırmızı zakkumlar var, bahçe diplerinde beyaz zambaklar...
Çiçek kokuları ılık havanın içinde ipek bir şal gibi yumuşacık dalgalanıyor.
Kokuların içinden yürüyorum.
Alçak bahçe duvarlarının ardındaki ıhlamur ağaçları dallarını kaldırıma doğru eğmişler, altından geçerken gümüşlü yeşil yapraklarıyla başıma değiyorlar, tatlı kokuları siniyor tenime.
Kat kat yapraklarıyla bahçe gülleri, ağırbaşlı ıhlamur kokularının yanında uçuk kokularıyla yaramaz küçük kızlar gibi duruyorlar.
Her yan çiçek.
Mevsim bahar.
Hava ılık.
Bütün notaları değişik çiçek kokularından kotarılmış bir müzik gibi hayat.
Her adımda başka bir koku.
Her adımda başka bir anı.
Her adımda başka bir özlem.
Hepsini hatırlıyorum.
Her şeyi.
Bütün yaşadıklarımı...
Aşklarıma ihanet etsem de anılarıma hiç ihanet etmedim, hiç unutmadım.
Ben, yürüdüğüm yere onlarla birlikte yürüyeceğim.
Her yerinde dolaştım ben bu hayatın, camilerini de biliyorum, batakhanelerini de...