Manasız bir sarsıntının telaşıyla hayatımızın düzeninden koptuk.
Hava boşluğuna düşen bir uçağın yolcuları gibi çığlık çığlığa kaldı ülke.
Hayatı anlamlı kılan ne varsa, karşılaştığımız tehdidin büyüklüğü karşısında anlamını yitirdi.
Kendimize ait hayatın sınırları parçalandı.
Geçici bir süreliğine hepimiz kendi hayatımızdan kopup bir kalabalığın ortak hayatını yaşamaya koyulduk.
Bu hercümerçte sanat, edebiyat, estetik, küçük anların büyük lezzetleri, duygular, aşklar, derinlikli anlatımlar silindi hayatımızdan.
Dehşet, simsiyah bir örtü gibi örtüldü üzerimize.
Silahın gölgesi hayatın ışığını kararttı.
O korkunç günlerin hepimizin hayatında bıraktığı izler oldu, hepimiz yaşadığımız dehşeti kendimize göre algıladık.
Şimdi olağan sorunlarla yeniden hayata dönüyoruz.
Ben bir yazı yazdığım zaman, bu yazı bir kitaba konmayı, bir gazete sayfasındaki tek günlük ömrünü uzatma imkanının kendine verilmesini hak eden bir yazı mı diye bakarım.
Bunu hak eden bir yazı olduğunu düşünürsem sevinirim.
Öyle değilse kendime kızarım.
Son zamanlarda neredeyse bir tane bile bir kitaba girmeyi hak edecek bir yazı yazmadım.
Yazamadım daha doğrusu.
Daha da doğrusu, öyle bir yazı yazmayı bile deneyemedim.
Bir yazının "kalıcı" olabilme ihtimaline sahip olması için, bütün olaylar değiştiğinde bile değişmeyecek bir şeylerden söz edebilmesi, zamanın akıntısına direnebilecek bir konusu ve gücü olması, olaylardan çok insanlarla ilgilenmesi gerekir bence.
Son dönemlerde, ne zaman öyle bir yazı yazmayı aklımdan geçirsem parmaklarım duruyordu.
Olayların ağırlığı ellerimin üstüne bastırıyordu sanki.
Yaşadıklarımızın tehditkar manasızlığı, manalı olabilecek her şeyi de manasız kılıyordu.
İnsanı değil kalabalıkları anlatmak zorunda hissediyordum kendimi, yazı yazan birçok insan gibi.
Çünkü tehlike karşısında olan kalabalıklardı.
Tek bir insanın ruhundaki incelikler, kalabalığın ruhundaki kalın korkularla geriye itiliyordu.
Tek bir insanın duyabileceği fısıltılar, bütün bir kalabalığın duyması gereken haykırışlara dönüyordu.
Bir insanın sadece kendisine ait duyguları yaşayabilmesinin nasıl olağanüstü bir lüks olduğunu yeniden keşfedeceğiz.
Geniş gölgeli bir at kestanesinin altındaki çimlere uzanıp, serinliğinin buğusuyla terlemiş, ağzına dantel örtülü bir sürahideki limonatanın yanı başında hayallere dalmaktan söz etmek, hayatın bu minicik ama çok lezzetli armağanının lezzetini satırlara taşımaya çalışmak saçma gelmeyecek artık.
Hatta, o serin limonatanın içindeki bir nane yaprağının bütün hayatımıza yayılabilecek rayihasını bile anlatabileceğiz yeniden.
Çaya batırılmış bir bisküvinin kokusunu izleyerek çocukluğuna dönen Marcel Proust gibi, bir serin sürahinin içindeki nane kokulu limonatayla çocukluğumuzun patikalarına döner, kaybolmuş bir çocuğun maceralarını izleyebiliriz.
Gunter Grass’ın "Teneke Trampeti"ndeki hiç büyümeyen çocuk gibi aslında herkesin çocuk kalmış olabileceğini, uzayan boylarına, olgunlaşan seslerine, ağırbaşlı tavırlarına rağmen aslında hepsinin hep aynı küçük çocuk olduğunu bile söyleyebiliriz.
Düşünsenize daha doğduğunda bellidir insanın zekası, yeteneği, zevkleri, hangi tatlardan hoşlanacağı, hangi renklere düşkün olacağı...
Değişmez bunlar.
Çocukluğunda neyse büyüdüğünde de odur.
Kader dedikleri de sanırım bize doğarken çizilen bu sınırlardır, hangi alanlarda dolaşacağımız daha başından bellidir.
Zaten insanlar binlerce yıllardan beri bunu tartışırlar.
Hayatımızın ne kadarı "kader" tarafından belirlenir, ne kadarı bizim tarafımızdan?
Kendi hayatımızın akışında ne kadar söz sahibiyiz?
Ben kaderin daha ağır bastığına gittikçe daha fazla inanıyorum.
Yetenek örneğin, doğduğunuzda sahip olduğunuzdan daha fazla olmaz büyüdüğünüzde.
Yeteneğinizle doğarsınız.
Onu biraz geliştirirsiniz belki, kullanmayı öğrenirsiniz.
Ama sahip olduğunuz yeteneği ne azaltabilir, ne de çoğaltabilirsiniz.
Belki büyümek, yeteneğinize saygı göstermeniz gerektiğini anlamanızı sağlar.
Zevkiniz de çok gelişmez.
Çok iyi eğitimli nice insanın zevksiz olduğunu görürsünüz.
Açacağınız çiçek, tohumunuzun içinde taşıdığından büyük olamaz.
Onun için bir yanınız büyürken, bir yanınız hep o küçük çocuktur.
Aynı meyveleri seversiniz çocukluğunuzla, aynı renkleri seversiniz, çocukluğunuz ne kadar cesursa siz de o kadar cesursunuzdur, çocukluğunuz ne kadar zekiyse siz de o kadar zekisinizdir.
Çocukluğunuzla büyüklüğünüz arasındaki fark, küçük bir elma fidanıyla büyük bir elma ağacı arasındaki kadardır.
Büyüdüğünüzde meyve verirsiniz ama o meyvenin tadı, o küçük fidan ağacındadır zaten.
Bir de kaderinizin ne olduğunu çocukken anlamazsınız.
Bunu anlamak ancak büyüyünce olur, ancak ağaç meyve verince anlaşılır tadı.
Çocukluğa olan düşkünlüğümüz belki de bu "bilgisizlikten," bu belirsizliktendir.
O belirsizliğin içinde serazat oynayıp durursunuz.
Çok sıkıldığımızda, hayat bizi sıkıştırdığında çocuklaşmamız da belki bu belirsizliği aramamızdan, o belirsizliğe sığınmak istememizdendir.
Büyümek sanırım bu yüzden hepimize biraz sıkıcı geliyor.
Hepimiz Gunter Grass’ın kahramanı gibi çocukluğumuzda kalmak istiyoruz ya da Peter Pan’inki gibi sonsuz bir çocukluğu arzuluyoruz.
Serinliğinin buğusuyla terlemiş bir sürahi limonatayla atkestanesinin altına yatalım, hayaller kuralım, macera romanları okuyalım, o maceraların içinde dolaşalım...
Okuduklarımızı, "çocuk" olduğumuz için gerçekleştiremediğimizi sanırız çocukken, bir büyüsek okyanusu salla geçebileceğiz, vahşi Batı’da at koşturabileceğiz, Çinli haydutlarla dövüşebileceğiz, Kanuni’nın ordusuyla Zigetvar’a gidebileceğiz.
Ne güzel bir yanılgı...
Bunları neden yapamadığımızı ve yapamayacağımızı öğrenmek nasıl büyük bir hayal kırıklığı.
Acaba herkeste, sırf bu yüzden, gerçeği büyüdüğünde anlamasından dolayı gizli bir hüzün var mıdır?
Kaderinden memnun olmadığı için hissettiği bir hüzün?
Çünkü bir de büyüdüğünde de bunları yapabilenler var.
Onlar atom bombasını keşfedebiliyorlar, uzaya gidebiliyorlar, haydutlarla dövüşebiliyorlar, insanların hayran kaldığı güzel eserler yaratabiliyorlar.
Tuhaf olan ne biliyor musunuz?
Bu muhteşem kaderlere sahip olanlar da genellikle çok mutlu ve huzurlu değiller.
Hatta onların huzursuzluğu, hayal kırıklığına uğrayanların hüzünlerinden daha fazla.
Bu niye peki?
Çocukluk hayallerini gerçekleştirebilenler neden kaderinin cömertliğine rağmen böylesine mutsuz oluyorlar?
Neden böyle bir çelişki var?
Bunun cevabını bulmak zor herhalde.
Bütün sanatçıların hayatlarına baktığınızda acı görüyorsunuz.
Kendisine çizilen kaderi gerçekleştirebilmek sanıldığından daha zor sanırım, bedeli bizim tahminlerimizden daha fazla.
O kadar büyük bir kaderi bir adamın sırtlaması, kendisine doğarken verilen bir tür "görevi" gerçekleştirmek için uğraşması, diğer insanların yapamadığını yapabilmesi, bütün bunlar, büyük bir çaba, büyük bir azim, büyük bir mücadele gerektiriyor.
Bunları yapabilenler, büyüdüklerinde de çocukluklarının sınırsızlığına sahip oluyorlar çünkü, aynı çocuklar gibi her şeyin yapılabileceğine inanıyorlar, üstelik de yapıyorlar ama bu "yapabilen çocuklar" hayatlarını "yapamayan büyüklerin" arasında geçiriyorlar, sürekli olarak onların dar "sınırlarına" çarpıyorlar ve kalabalıklarla sürtüşüyorlar.
Bu da zor bir iş.
Çarptıkları her sınırda biraz yaralanıyorlar.
Ama öyle yaratılmışlar ki vazgeçemiyorlar.
Onların da kaderi vazgeçememek işte.
Her acıya, mutsuzluğa, sınırlarla çarpışmaya, düşmanlıklara, kızgınlıklara rağmen onlara verilen yeteneğin bedelini ödemek, gerekeni yapmak ve eserlerini yaratıp, bunları kabul ettirmek zorundalar.
En iyisi Grass’ın kahramanı gibi çocuk kalmak.
Ama o da pek mümkün değil.
Zaman içinde bir nane yaprağının ağır ağır daireler çizdiği bir sürahi limonatayla bir gölgeliğe yatmak.