Yasemin'ce

Yasemin BORAN
Haberin Devamı

Uyandığını anlamak!

Durmadan sözünü ettiğim şu ‘‘uyanış’’ üzerinde biraz daha etraflıca durmak gerektiğini düşünüyorum.

Akşam yatıyorsunuz ve uyuyorsunuz. sonra sabah oluyor ve uykunuzu almış olarak keyifli bir biçimde yatağınızdan kalkıyorsunuz. Aynaya bakıyorsunuz. Kendinizi memnun ya da memnuniyetsiz bir biçimde süzüyorsunuz. Sonra da giyinip yapacağınız işlere dalıyorsunuz. Ve bütün bunları yaparken uyanıksınız. Daha doğrusu bütün bunları yapan kişinin uyanık olduğunu düşünüyorsunuz. Ve tabii, yanılıyorsunuz.

Belki aynaya baktığı sırada bir hayat belirtisi gözüküyor ve memnun veya memnuniyetsiz duygular bir an için gelip geçiyorsa da ardından, hemen uykuya daldığından emin olabilirsiniz. O ana kadar öğrenilmiş bilgilerle düşünmeden, hissetmeden otomatik bir biçimde yapılması gerekenleri yapan birinin uyur-gezerden ne çeşit bir farkı var? Üzerinde hiç düşünmeden, yaptığı neler varsa, bütün bunları niçin yapıyor olduğunu sorgulamadan yaşayan birinin uykudaki rüyadan daha farklı bir durumda olduğunu nasıl söyliyebiliriz? Hatta daha ileri gidip uykudaki rüyanın daha bir uyanıklık hali olduğunu bile söylemek mümkün. Çünkü, rüya esnasında sorgulayan, araştıran, anlamını çözmeye çalışan, duygularının farkında olan biri olup çıktığımız rüyalarımız var. Fakat, uyandığımızı söylediğimiz sabah saatlerinden akşam uykuya dalacağımız ana kadar yaşadığımız zaman dilimi için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil.

Daha doğrusu 17 Ağustos 1999 gününe kadar bu halimiz devam etti. Sonra beklenmedik bir biçimde öyle bir sarsıldık ki, uyanmamak mümkün değil. Tabii ki, hep birlikte uyandık. Sıcak yatağımızdan fırladık. Ve de ‘‘neler oluyor’’ diye etrafımıza bakındık. İlk kez böylesine şiddetli bir sarsıntıyla uyandırılıyoruz. İşte, şifre kelime ‘‘uyandırılmak’’. Bütün esrar, bu sözcüğün altında bulunuyor.

Uykumuzu alıp kendiliğimizden uyanmış değiliz. Bize kalsa, belki de asırlar boyu uyumaya devam ederiz. Fakat, durum hiç de öyle olmadı. Zaman zaman uyandırabilecek türden şeyler olduysa da biz tınmadan uyumaya devam ettik. Taa ki, o şiddetli sarsıntıya kadar.

Bu durum tıpkı sabahleyin yatağınızın başucuna gelip annenizin sizi uyandırmasına benziyor. Anneniz önce çok yumuşak bir sesle yanınıza gelip ‘‘uyan artık sabah oldu’’ diyor ve gidiyor. Siz tabii uyanmıyorsunuz. Sonra tekrar tekrar geliyor. siz inatla uyumaya devam ediyorsunuz.

Nihayetinde anneniz başınıza dikilip üzerinizdeki yorganı bir hışımla çekip alıyor ve kuvvetle sizi sarsıyor. ‘‘Uyan artık, çabuk kalk, okula geç kalıyorsun’’ diyor. Siz, neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Uyandığınız o saniye, niye uyandırıldığınızı bilemiyorsunuz. Belki de o sırada çok hoş bir rüya görmekteydiniz ve rüyanın tam ortasında sert bir biçimde uyandırılıyorsunuz. Fırlayıp ayağa kalkıyorsunuz ve etrafınıza anlamaz gözlerle bakıyorsunuz. Renkler ve şekiller yavaş yavaş beliriyor. Hatta bir an için ‘‘burası neresi, ben kimim’’ bile diyebilirsiniz.

Fakat, bütün bunların ardından yavaş yavaş kim olduğunuzu, nerede bulunduğunuzu hatırlamaya başlıyorsunuz. Yani uyanmaya başlıyorsunuz. Tabii bu uyanış herkesin bünyesine göre değişen bir zaman dilimini kapsıyor. Bazen on dakika, bazen bir saat, bazen günün yarısı geçtikten sonra tam olarak uyanmış oluyorsunuz. İşte bizim uyanışımızda bunun gibi bir şey. Yani şu anda uykunun mahmurluğunu henüz üzerimizden atmış değiliz. Uyandırıldık ama tam olarak uyanmış değiliz. Sadece uyanmaya çalışıyoruz. Kim olduğumuzu, nerede bulunduğumuzu ve neler yapmamız gerektiğini hatırladığımız zaman uyanmış olacağız.

* * *

Nerede olduğunu, kim olduğunu, ne yapacağını, nereye varmak istediğini bilmemek... Belirsizlik...

Şu ‘‘belirsizlik’’ denilen durum, isteksizliğin yarattığı bir şey değil. Hatta aşırı istekler içinde bulunanların, gerçekleşmeyecek hedefler peşinde koşanların yaşadığı bir durum olduğu bile söylenebilir. Yani bir çeşit rüya görenlerin.

‘‘Kişinin kendisini hayatın akışına bırakması’’ şeklinde kısaca açıklayabilirim. Fakat, bu bırakışta isteksizlik, hedefsizlik, belirsizlik gibi kavramlar yoktur. Kişi, kendisini ‘‘ne olursa, olsun’’ diyerek bırakmaz. Kişi, kendisini hayatın içine bırakır. Yani yaşar. Hem de farkında olarak, bilerek, anlayarak yaşar. Keyfine vararak, haz duyarak, akışın hızına uyum göstererek, ne yaptığının bilincinde olarak bırakır. Bu bırakışta korku, endişe, hırs ve tutkular yoktur. Sadece hayatın kendisi vardır. Ve kişinin hedefi hayatla bütünleşmektir.'' Evet, hayatla bütünleşen kişi için ne belirsizlik, ne de hedefsizlik söz konusu. Ve onun için yol ayrımları diye bir şey de olamaz. Çünkü, hayatın kendisi, kendi akışı içinde onu kararlı biçimde götürür. Tabii bu felsefeyi kişinin ruhunda hissedip yaşayabilmesi hiç de kolay bir iş değil. Hem de son derece kolay gözükse bile.

İş, bu felsefeyi hayata uygulamaya geldiği zaman, kişinin o güne kadar öğrendiği ‘‘hayat bilgisi’’ önünde kalın ve kocaman bir duvar gibi durur. Akıl yürüterek, olması gerekenlerin neler olduğunu bilerek, aşılabilecek bir duvar değildir, o. Bilginin akıldan, yüreğe işlemiş olması gerekir. Yani kişinin bu bilgiyi mantık yürütmenin ötesinde tüm hücrelerinde, içinde hissetmesi sonucunda ancak duvarlar yıkılabilir. Şartlar ve koşulların üstesinden geldiğiniz zaman bu felsefeyi yaşayabilirsiniz. İşte sadece bu bile kişi için kendi başına bir ‘‘hedef’’tir. Ama, ne hedef... Zaten, yaşamaktan daha öte bir hedef olabilir mi? Yaptığımız herşey. Hatta, tutkuyla, ihtirasla peşinden koştuğumuz yakın ya da uzak, küçük ya da büyük ne çeşit hedefimiz olursa olsun, bütün bunların tümü aslında ‘‘yaşamak’’tan başka bir şey değil.

Fakat, her nedense, biz hedeflerimizin peşinde koşarken yaşamayı unutuyoruz. Sanki, bizim için hayat iki şeyden oluşuyormuş gibi düşünüyoruz. Bir; yapmak zorunda olduklarımız, iki; yaşamak.

Ancak, yapacaklarımızı tamamladıktan sonra yaşamaya vakit ayırabiliriz, gibi hissediyor ve daima yaşamayı erteliyoruz. Çünkü, hedeflerimize ulaşmak için daha yapacak çok şey var. Halbuki, belirli ya da belirsiz hedeflerimizin nihai noktası ‘‘yaşamak’’ hayatı ve hayatın içindeki ‘‘ben’’i algılamak, bilmek, anlamak. Kısaca ‘‘hatırlamak’’.

Fakat yaşamayı, bedenimizin canlı tutulması şeklinde algılayıp düşündüğümüz için, zihin-beden ilişkisini kuramıyoruz. Ne yazık! Tabii bunun sonucunda temel hedefimiz yaşamak (hem bedensel, hem de zihinsel) olduğu halde hayatımızın dışında bir noktada gösterdiğimiz hedefe ulaşabilmek için çırpınıp duruyoruz. Daha doğrusu, duruyorduk. Ve şimdi uyandık. Önemli olanın ‘‘yaşam’’ olduğunu kavradık. Fakat, uyandığımızı da anlamamız, tam olarak uyanmamız gerek, diyorum, Yasemin'ce...

Yazarın Tüm Yazıları