Zeyrekhane
HAYALET EVDİ
Bin yıllık geçmişi olan eser Cibali'den başlayıp Marmara kıyısında biten yangınlara, şehri yerle bir eden depremlere maruz kaldı. Yer yer yıkıldı, döküldü, eskidi ama ayakta kalmayı becerdi. Eski azametini kaybedince terkedildi, İstanbul'un Zeyrek platosunda, içinde rüzgarların cirit attığı bir hayalet eve dönüştü. Tarihi eserin şansı 1995 yılında nihayet döndü.
MÜZE GİBİ LOKANTA
Zeyrekhane'de kullanılan tüm dekoratif malzemeyi işadamı Rahmi Koç seçmiş. Birbirinden güzel hatlar, vazo, sini ibrik ve gülabdanlar, kandiller, şamdan ve avizeler binlercesi içinden tek tek beğenilmiş. Burası, hem Türk mutfağının seçkin örneklerinin sunulduğu bir lokanta olmuş, hem de bir Osmanlı müzesine dönüşmüş.
görkemli geçmiş ve muhteşem manzara
Bizans döneminde manastır olan eser fetihten sonra İstanbul'un ilk medresesi olarak yüzlerce yıl hizmet verdi. Hem görkemli bir geçmişe hem de muhteşem bir manzaraya sahip olduğu için 1995'te şansı döndü. Önceleri Fatih Belediyesi'nce etrafı temizlendi, toprağı çiçeklerle donatıldı, çevresine banklar konuldu.
BİR YILDA ONARILDI
İki imparatorluk gören eser 1997'de Fatih Belediyesi ile Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı'nın ortaklaşa başlattığı bir çalışmayla eski güzel günlerine yeniden kavuştu. Bir yıl gibi kısa bir sürede aslına uygun olarak restore edildi ve adına Zeyrekhane denildi.
Galata-Beyazıt kuleleri arasında bir salıncak
Zeyrekhane'nin aslına uygun onarılması için çok çaba sarfedilmiş. Restorasyonu yapan Mimar Nevzat Uruk, bin yıl önce kullanılan tuğlalaların benzerlerini bulabilmek için Anadolu'da onlarca ocağı gezmiş.
Karşınızda yer yer sislerle perdelenmiş bir İstanbul. Keskin kış güneşinin altında bir görünüp bir kaybolan Kız Kulesi ardındaki Üsküdar ve Marmara. Solunuzda, binlerce yıldır, bir ırmak gibi durmaksızın akan İstanbul Boğazı ve Galata. Unkapanı'na doğru, dalgaları köprülerle payandalanmış Haliç. Kıyıda rüyalar ülkesinden çıkmış, Selimiye'nin minyatürü Sokollu Mehmet Paşa Camii. Onun karşısındaki yamaçlarda Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Şehzade camileri ve lebiderya Yeni Cami. Ve arkanızda, yedi tepenin tam orta yerindeki yumuşak platoda kurulmuş Zeyrek. Yani bütün bir İstanbul.
Piyer Loti ya da Çamlıca'ya çıktığınızda, bilirsiniz ki İstanbul'un çok uzağındasınız. Ama burada, İstanbul'a hem çok yakınsınız hem de çok uzak. Ellerinizi uzatsanız, Beyazıt ve Galata Kuleleri'ni tutacak gibi olursunuz. Ama çok yakınınızdaki Süleymaniye'nin kubbeleri sanki Kaf Dağı'nın ardında bir yerlerde durmaktadır. Perspektif duygunuzu tıpkı çocukluğunuzdaki gibi yitirir sisler, sesler ve yüzler arasında kaybolursunuz. Yeryüzü ve denizyüzü ile gökyüzü arasında bir salıncaktaymışsınız gibi bir hisse kapılırsınız. Evet bulunduğunuz semtin adı Zeyrek, mekanın adı ise Zeyrekhane'dir.
Zeyrek, İstanbul'un 2700 yıllık tarihi içinde çok özel bir yere sahiptir. Bu bölgedeki ilk yerleşim, Bizansın kurulduğu ve kentin surlarla çevrildiği ilk dönemlere dayanıyor. Pantokrator Manastırı'nın yapılmasıyla Zeyrek'in önemi artıyor. Zeyrekhane'yi anlatmak için öncelikle bu ünlü manastıra değinmemiz gerekiyor. Çünkü Zeyrekhane, daha sonra cami ve medrese olan bu eserin en önemli bölümlerinden biri.
Manastır Kilisesi, 2. Komnenos'un (1118-1143) ilk eşi Macar Kralı Laszlo'nun (Ladislas) kızı Eirene tarafından yapılmaya başlanmış. Pantokrator Manastırı Kilisesi ‘‘Evrenin Hakimi, Pantokrator İsa’’ya sunulmuş. Kilise daha sonra yapılan eklerle birbirine bitişik üç yapıdan oluşmuş. Pantokrator Manastırı, Ayasofya ve Oniki Havariler Manastırı'ndan sonraki en büyük anıtsal ibadet yeri olarak biliniyor. Marmara çevresindeki birçok manastır buraya bağlıydı.
Manastırın Makedonya, Trakya ve Ege'de çok geniş mülkleri bulunuyordu. 1204'te kenti ele geçiren Haçlı ordusu, binlerce Ortodoks'u katledip bir o kadarını da sürgüne gönderip, hapislerde süründürdü. Pantokrator'a da Katolik Rahipler yerleşti ve 57 yıl boyunca tek bir Ortodoks'un manastıra girmesine izin vermedi. Tüm kutsal emanetleri de burada toplayan Katolikler, işgal sonrasında paha biçilmez eserleri yanlarında götürdü. Yani, Latin istilası döneminde İstanbul tarihinin en büyük talanına sahne oldu. Pantokrator, imparatorların ve aristokratların mezarlarının bulunduğu bir manastırdı aynı zamanda.
Fetihten sonra manastır hiç bozulmadan camiye çevrildi ve Fatih Sultan Mehmet, kilisenin zemininde bulunan çok değerli mozaiklerin kırılmamasını istedi. Bunun üzerine zemin aralıklı ahşap döşemeyle kaplandı. Böylece bu mozaiklerin günümüze kadar hiç bozulmadan gelmesi sağlandı. Fatih Medreseleri yapılıncaya kadar öğrenciler burada eğitim gördü. Yani burası aynı zamanda İstanbul'un ilk medresesi olma özelliğini de taşıyor. Esere, büyük Osmanlı bilgini Molla Zeyrek'in adının verilmesi de buraya atfedilen önemden kaynaklanıyor. Daha sonraki yıllarda defalarca yangınlar ve depremler atlatmasına rağmen bin yıl boyunca ayakta kalmayı becerebildi.
Zeyrekhane'nin bulunduğu bina ilk medresenin kurulduğu yerde. Bundan dört yıl öncesine kadar içinde atların barındığı bir ahır olarak kullanılan bina ve çevresi Fatih Belediyesi tarafından temizlenerek seyir yeri haline getirildi. Çevresine banklar koyulup yeşillendirilerek parka dönüştürülen bu alan İstanbul'un en güzel seyir yerlerinden biri oldu.
Bu dönemde Unesco ile birlikte ‘‘Zeyrek Yaşatma ve Koruma Projesi’’ni hayata geçiren Fatih Belediyesi, bu önemli eserin kurtarılması ve İstanbul'a kazandırılması için Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı'na bir teklif götürdü. Ve iki kurum arasında imzalanan protokolle bir yıl önce restorasyon çalışmasına başlandı. İşadamı Rahmi Koç, burada kullanılan tüm aksesuvarları kendi seçti ve düzenlemesini yaptı. Eşsiz güzellikte bir manzaraya sahip olan bu eser, 1 Kasım 1998'de Türk mutfağının seçkin yemeklerinin sunulduğu bir lokanta olarak hizmete açıldı.