Lakme TOKTAŞ
Son Güncelleme:
Zarafetin, asaletin İtalya’daki kalesi MİLANO
Yerkürede nice şehirler vardır ki not defterlerinin tozlu sayfalarında unutulmaya mahkum, kupkuru tarih, coğrafya bilgilerinden ibarettir. Öyle şehirler vardır ki sürekli çağrışımlarla yerlerini belleğinizde her daim canlı tutmayı başarır.
İşte bunun en canlı örneği İtalya’daki Milano. Moda tasarımı denince ilk akla gelen kent. Geçmişten bahsettiğimizde Leonardo da Vinci’yle, günümüzde Fatih Terim’in Milan futbol takımıyla, iki hafta önce vefat eden opera sanatçımız Leyla Gencer’in bir zamanlar sahneye çıktığı La Scala Operası’yla hep gündemimizde.
Bahara hiç uymayan fırtına ve sağanak yağışlı bir günde ayrıldım İstanbul’dan. İki saat sonra Milano’ya indiğimde güneşli, güleç bir şehirle karşılaştım. Otelim fuar ve kongre merkezine yakındı. Büyük bir kongre vardı o günlerde. Dokuz bin katılımcı modern kongre merkezinin sadece onda birini doldurmuştu. Kongre merkezini ve ardından, Milanoluların büyük bir alçak gönüllülükle "Paris’tekiyle boy ölçüşemez" dediği metroyu görünce, İzmir’in Expo 2015 yarışında gerçekten zorlu bir rakiple karşı karşıya kaldığını fark ettim.
BU MERDİVENLERDEN KİMLER ÇIKMAMIŞ Kİ?
Milano, gezgini fazla yormayan şehirlerden. Ününün aksine, görülecek yerler az. Tüm fotoğraflarda gördüğümüz, kentin simgesi Duomo, tüm yolların kesiştiği merkez. Yapımına 14.yy’da başlanılan katedralin tamamlanması yüzlerce yıl sürmüş. Şu anda onarım çalışması yürütülüyor. Bu alanlar reklam panolarıyla kamufle edilmeye çalışılmış. İçine girince, ürpertici serinlik ve loşlukta görkemini çok daha iyi algılıyorsunuz.
Hemen yanında Kral Vittorio Emanuelle II’nin adını taşıyan, kısaca Galeria olarak bilinen, lüks dükkanlar ve yeme içme mekanlarıyla dolu pasaj yer alıyor. Arka kapısından çıktığınızda, karşınıza 15. yy’ın sonunda Milano’da yaşayan dehanın heykeli geliyor: Leonardo da Vinci. Hemen arkasındaki bina La Scala Operası. Sahnesinde unutulmaz iki koleratur sopranonun, Leyla Gencer ve Maria Callas’ın ışıldadığı bina dışarıdan bakıldığında son derece mütevazı. 230 yıllık müzik mabedinin görkemi duvarların ardında, ünlü salonunun tavanında, localarında, kulislerinde saklı. Verdi, Puccini, Donizetti, Rossini gibi besteciler çıkmış merdivenlerinden. Otello, Falstaff, Madam Butterfly, Turandot, Nabucco gibi sayısız başyapıt ilk kez burada sahnelenmiş. Dileyen turlara katılıp binayı gezebiliyor.
LEONARDO’NUN YAPITINI GÖRMEK İÇİN BEKLEMEK GEREK
Santa Maria delle Grazie Kilisesi, operaya yürüyüş mesafesinde. Bilmeyen burayı sıradan bir yapı sanabilir. Oysa içinde Leonardo da Vinci’nin İsa’nın son yemeğini yansıttığı ünlü freski yer alıyor. Binaya girmek başlıbaşına bir sorun. Küçük gruplar halinde ziyaretçi kabul ediliyor. Bu nedenle beklemek gerekiyor. Fresk, da Vinci’den bu yana defalarca restore edilmiş. Özellikle eller hayli değişikliğe uğramış. Bu tablonun devasa kopyasını Peru’da, Cusco Katedrali’nde görmüştüm. Peru’ya uyarlanmıştı, ortadaki tabakta kızarmış bir Guinea Pig duruyordu... Leonardo’nun freskini gördükten sonra, aynı bölgedeki Rönesans’ın önemli yapılarından Sforzesco Şatosu’na geçebilirsiniz. İçindeki eski sanatlar müzesi görülmeye değer. Yapı geceleri ışıklandırılıyor.
SANAT GALERİSİ GİBİ RESTORAN
Milano’nun geri kalan kısmı güzel caddeler, lüks alışveriş merkezleri, ünlü markaların mağazaları, restoranlardan oluşuyor... Modanın, zevkin, estetiğin doruklarındaki kentin her noktasında bu atmosferin izlerini görmek mümkün. Örnek vermek gerekirse, bir restorandan bahsedeceğim. Adı, Boeucc. Türkiye’de üç günde bir mutfak ve isim değiştiren işletmelere inat 1696’dan kalma. Bir restoranın sadece yeme, içme alanı olduğunu düşünürsünüz, burası tüm duygulara ziyafet çekiyor. Sofralar zevkle düzenlenmiş, duvarlarda tablolar, salonlarda heykeller...
Milano sokaklarında hayatın nabzı hızlı atıyor. Dolu dolu yaşanıyor. Caddelerinde, meydanlarında yürürken, benim ilgimi en çok sokak ressamları, antikacılar çekti. Brera’yı Paris’in ünlü turistik atraksiyonlarından Montmatre’a benzettim. Navigli semti, Leonardo da Vinci’nin çizimleri doğrultusunda yapılan kanalların kıyısında kurulmuş. Tüm gün sokakları arşınladıktan sonra vardığım semtte "Happy Hour" vaktiydi. Sokağa açılan bir barın rahat koltuğuna oturup, kanalların üstünde güneşin batışını izledim. Gerçekten "happy hour"u yaşadım.
İTALYA’NIN GÜNEYİNDEN ÇOK FARKLI BİR KÜLTÜR
Milano, İtalya’nın güneyindeki kentlerden çok farklı. Zaten Milanolular, kendilerini İtalya’nın en kentli, soylu, kültürlü yurttaşları olarak kabul ediyor. Güneydeki diğer şehirlere tepeden bakıyor. Roma’yı, Napoli’yi daha önce görmüştüm. Karşılaştırdığımda, ayrımı algılamam zor olmadı.
Milano düzenli bir kent. Nüfusu 1,3 milyon. Katedralin etrafında cetvelle çizilmiş gibi düzenli caddeleri, ortaçağ atmosferini yansıtan düzgün binalarıyla Sim City oyunlarındaki kurgu şehirleri andırıyor. Sokakta özensiz giyinene seyrek rastlanıyor, herkes çok şık. Alçak sesle konuşuyorlar. Şaşılacak sayıda İngilizce bilene rastladım. Yayalar adımını kaldırımdan caddeye attığı anda sürücüler yavaşlıyor. Hatta duruyor. Trafik kurallarına uyuluyor. Taksileri beyaz, tarifeye uyma açısından güvenli. Ortalıkta çöp, pisliğin zerresi yok. Çağdaşlığın göstergesi çevrecilik zirvede. Çöpler cinsine göre tasnif ediliyor, her şey düzenli, her şey muntazam. Altyapı mükemmel, hayat neredeyse sorunsuz akıyor.
Burada ne el kol işaretleriyle bağıra çağıra konuşanlara, fırsatı yakalayınca laf atanlara, otomobilleri yayanın üstüne sürenlere, caddelerde binalar arasına gerilmiş çamaşır iplerine rastlamak mümkün değil. Bu açıdan epeyce steril bir şehir. İtalya’nın gerçek sıcakkanlılığından yoksun olduğu bile söylenebilir.
ZAMANIN DURDUĞU DURAKTA, TEK BAŞINA
Ünlerini hep duyuyordum. Kısmet ilkini Milano’da görmek oldu: Bir İtalyan mezarlığı! Tam ismiyle "Cimitiero monumentale di Milano." Garibaldi’de. Anlatıldıkları kadar vardı. Heykelleri, yeşil alanları, çiçeklerin etkileyiciliği... Aramızdan çoktan ayrılmış kişilerin taşlara iliştirilmiş fotoğraflarına baktım. Sarışını, kumralı, esmeri, güzeli, daha az güzeli. O andaki mağrur, güleç veya aldırmaz ifadelileri. O an düşündükleri, emelleri, hırsları, özlemleri... Hayat ters çevrilemeyen bir kum saati gibi akıp gitmişti...
FLORANSA, VENEDİK TRENLE ÇOK YAKIN
Eğer sanat eserleri ilginizi çekmiyorsa, moda, alışveriş ya da klasik müzikle ilgilenmiyorsanız Milano haftalar geçirilebilecek bir şehir değil. Birkaç günde her köşesini keşfedebilirsiniz. Evet, en pahalı, en özel kıyafetleri alabilir, en kaliteli restoranlarda yemek yiyebilirsiniz. Ama hepsi bu kadar...
İşte Milano’nun diğer güzelliği de bu noktadan sonra başlıyor. İtalya’nın en güzel kentlerine rahatlıkla ulaşabiliyor, hatta günübirlik turlar yapabiliyorsunuz.
Milano’dan trene atladığınızda birkaç saat sonra Como Gölü’ne ulaşırsınız. Dağlarla çevrili, kıyılarında birbirinden güzel kasabalar olan gölü görmeğe değer. Keyifli bir vapur yolculuğu sonrasında Bellagio kasabasına ulaşabilir, sokaklarında dolaşırken ünlü film oyuncusu George Clooney’le bile karşılaşabilirsiniz.
Yine trene atlayıp üç saat sonra Venedik ya da Floransa’da inebilir, ortaçağ atmosferinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Floransa’da bir zamanlar Leonardo da Vinci, Michelangelo, Dante, Boccacio, Galileo’nun adımladığı sokaklarda yürümek, ünlü Medici Ailesi’nin yaşadığı sarayı adımlamak, odalarına girip çıkmak bir gezgin için unutulmaz deneyimler. Filmlerde izlediğimiz, kitaplarda okuduğumuz meydanlar, Arno Nehri, üzerinde kuyumcu dükkanlarıyla Ponte Vecchio sanki yıllar sonra yeniden karşımıza çıkan, tanıdık mekanlar gibi...
Bahara hiç uymayan fırtına ve sağanak yağışlı bir günde ayrıldım İstanbul’dan. İki saat sonra Milano’ya indiğimde güneşli, güleç bir şehirle karşılaştım. Otelim fuar ve kongre merkezine yakındı. Büyük bir kongre vardı o günlerde. Dokuz bin katılımcı modern kongre merkezinin sadece onda birini doldurmuştu. Kongre merkezini ve ardından, Milanoluların büyük bir alçak gönüllülükle "Paris’tekiyle boy ölçüşemez" dediği metroyu görünce, İzmir’in Expo 2015 yarışında gerçekten zorlu bir rakiple karşı karşıya kaldığını fark ettim.
BU MERDİVENLERDEN KİMLER ÇIKMAMIŞ Kİ?
Milano, gezgini fazla yormayan şehirlerden. Ününün aksine, görülecek yerler az. Tüm fotoğraflarda gördüğümüz, kentin simgesi Duomo, tüm yolların kesiştiği merkez. Yapımına 14.yy’da başlanılan katedralin tamamlanması yüzlerce yıl sürmüş. Şu anda onarım çalışması yürütülüyor. Bu alanlar reklam panolarıyla kamufle edilmeye çalışılmış. İçine girince, ürpertici serinlik ve loşlukta görkemini çok daha iyi algılıyorsunuz.
Hemen yanında Kral Vittorio Emanuelle II’nin adını taşıyan, kısaca Galeria olarak bilinen, lüks dükkanlar ve yeme içme mekanlarıyla dolu pasaj yer alıyor. Arka kapısından çıktığınızda, karşınıza 15. yy’ın sonunda Milano’da yaşayan dehanın heykeli geliyor: Leonardo da Vinci. Hemen arkasındaki bina La Scala Operası. Sahnesinde unutulmaz iki koleratur sopranonun, Leyla Gencer ve Maria Callas’ın ışıldadığı bina dışarıdan bakıldığında son derece mütevazı. 230 yıllık müzik mabedinin görkemi duvarların ardında, ünlü salonunun tavanında, localarında, kulislerinde saklı. Verdi, Puccini, Donizetti, Rossini gibi besteciler çıkmış merdivenlerinden. Otello, Falstaff, Madam Butterfly, Turandot, Nabucco gibi sayısız başyapıt ilk kez burada sahnelenmiş. Dileyen turlara katılıp binayı gezebiliyor.
LEONARDO’NUN YAPITINI GÖRMEK İÇİN BEKLEMEK GEREK
Santa Maria delle Grazie Kilisesi, operaya yürüyüş mesafesinde. Bilmeyen burayı sıradan bir yapı sanabilir. Oysa içinde Leonardo da Vinci’nin İsa’nın son yemeğini yansıttığı ünlü freski yer alıyor. Binaya girmek başlıbaşına bir sorun. Küçük gruplar halinde ziyaretçi kabul ediliyor. Bu nedenle beklemek gerekiyor. Fresk, da Vinci’den bu yana defalarca restore edilmiş. Özellikle eller hayli değişikliğe uğramış. Bu tablonun devasa kopyasını Peru’da, Cusco Katedrali’nde görmüştüm. Peru’ya uyarlanmıştı, ortadaki tabakta kızarmış bir Guinea Pig duruyordu... Leonardo’nun freskini gördükten sonra, aynı bölgedeki Rönesans’ın önemli yapılarından Sforzesco Şatosu’na geçebilirsiniz. İçindeki eski sanatlar müzesi görülmeye değer. Yapı geceleri ışıklandırılıyor.
SANAT GALERİSİ GİBİ RESTORAN
Milano’nun geri kalan kısmı güzel caddeler, lüks alışveriş merkezleri, ünlü markaların mağazaları, restoranlardan oluşuyor... Modanın, zevkin, estetiğin doruklarındaki kentin her noktasında bu atmosferin izlerini görmek mümkün. Örnek vermek gerekirse, bir restorandan bahsedeceğim. Adı, Boeucc. Türkiye’de üç günde bir mutfak ve isim değiştiren işletmelere inat 1696’dan kalma. Bir restoranın sadece yeme, içme alanı olduğunu düşünürsünüz, burası tüm duygulara ziyafet çekiyor. Sofralar zevkle düzenlenmiş, duvarlarda tablolar, salonlarda heykeller...
Milano sokaklarında hayatın nabzı hızlı atıyor. Dolu dolu yaşanıyor. Caddelerinde, meydanlarında yürürken, benim ilgimi en çok sokak ressamları, antikacılar çekti. Brera’yı Paris’in ünlü turistik atraksiyonlarından Montmatre’a benzettim. Navigli semti, Leonardo da Vinci’nin çizimleri doğrultusunda yapılan kanalların kıyısında kurulmuş. Tüm gün sokakları arşınladıktan sonra vardığım semtte "Happy Hour" vaktiydi. Sokağa açılan bir barın rahat koltuğuna oturup, kanalların üstünde güneşin batışını izledim. Gerçekten "happy hour"u yaşadım.
İTALYA’NIN GÜNEYİNDEN ÇOK FARKLI BİR KÜLTÜR
Milano, İtalya’nın güneyindeki kentlerden çok farklı. Zaten Milanolular, kendilerini İtalya’nın en kentli, soylu, kültürlü yurttaşları olarak kabul ediyor. Güneydeki diğer şehirlere tepeden bakıyor. Roma’yı, Napoli’yi daha önce görmüştüm. Karşılaştırdığımda, ayrımı algılamam zor olmadı.
Milano düzenli bir kent. Nüfusu 1,3 milyon. Katedralin etrafında cetvelle çizilmiş gibi düzenli caddeleri, ortaçağ atmosferini yansıtan düzgün binalarıyla Sim City oyunlarındaki kurgu şehirleri andırıyor. Sokakta özensiz giyinene seyrek rastlanıyor, herkes çok şık. Alçak sesle konuşuyorlar. Şaşılacak sayıda İngilizce bilene rastladım. Yayalar adımını kaldırımdan caddeye attığı anda sürücüler yavaşlıyor. Hatta duruyor. Trafik kurallarına uyuluyor. Taksileri beyaz, tarifeye uyma açısından güvenli. Ortalıkta çöp, pisliğin zerresi yok. Çağdaşlığın göstergesi çevrecilik zirvede. Çöpler cinsine göre tasnif ediliyor, her şey düzenli, her şey muntazam. Altyapı mükemmel, hayat neredeyse sorunsuz akıyor.
Burada ne el kol işaretleriyle bağıra çağıra konuşanlara, fırsatı yakalayınca laf atanlara, otomobilleri yayanın üstüne sürenlere, caddelerde binalar arasına gerilmiş çamaşır iplerine rastlamak mümkün değil. Bu açıdan epeyce steril bir şehir. İtalya’nın gerçek sıcakkanlılığından yoksun olduğu bile söylenebilir.
ZAMANIN DURDUĞU DURAKTA, TEK BAŞINA
Ünlerini hep duyuyordum. Kısmet ilkini Milano’da görmek oldu: Bir İtalyan mezarlığı! Tam ismiyle "Cimitiero monumentale di Milano." Garibaldi’de. Anlatıldıkları kadar vardı. Heykelleri, yeşil alanları, çiçeklerin etkileyiciliği... Aramızdan çoktan ayrılmış kişilerin taşlara iliştirilmiş fotoğraflarına baktım. Sarışını, kumralı, esmeri, güzeli, daha az güzeli. O andaki mağrur, güleç veya aldırmaz ifadelileri. O an düşündükleri, emelleri, hırsları, özlemleri... Hayat ters çevrilemeyen bir kum saati gibi akıp gitmişti...
FLORANSA, VENEDİK TRENLE ÇOK YAKIN
Eğer sanat eserleri ilginizi çekmiyorsa, moda, alışveriş ya da klasik müzikle ilgilenmiyorsanız Milano haftalar geçirilebilecek bir şehir değil. Birkaç günde her köşesini keşfedebilirsiniz. Evet, en pahalı, en özel kıyafetleri alabilir, en kaliteli restoranlarda yemek yiyebilirsiniz. Ama hepsi bu kadar...
İşte Milano’nun diğer güzelliği de bu noktadan sonra başlıyor. İtalya’nın en güzel kentlerine rahatlıkla ulaşabiliyor, hatta günübirlik turlar yapabiliyorsunuz.
Milano’dan trene atladığınızda birkaç saat sonra Como Gölü’ne ulaşırsınız. Dağlarla çevrili, kıyılarında birbirinden güzel kasabalar olan gölü görmeğe değer. Keyifli bir vapur yolculuğu sonrasında Bellagio kasabasına ulaşabilir, sokaklarında dolaşırken ünlü film oyuncusu George Clooney’le bile karşılaşabilirsiniz.
Yine trene atlayıp üç saat sonra Venedik ya da Floransa’da inebilir, ortaçağ atmosferinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Floransa’da bir zamanlar Leonardo da Vinci, Michelangelo, Dante, Boccacio, Galileo’nun adımladığı sokaklarda yürümek, ünlü Medici Ailesi’nin yaşadığı sarayı adımlamak, odalarına girip çıkmak bir gezgin için unutulmaz deneyimler. Filmlerde izlediğimiz, kitaplarda okuduğumuz meydanlar, Arno Nehri, üzerinde kuyumcu dükkanlarıyla Ponte Vecchio sanki yıllar sonra yeniden karşımıza çıkan, tanıdık mekanlar gibi...