Yoksulluğa ve kalabalığa karşın şiddet yok, mutluluk yaygın
Türkiye’de sosyal psikolojinin duayen isimlerinden Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı, araştırmaları için Amerika’dan Uzakdoğu’ya sayısız ülke gezdi. 1995 sonrası kültür turlarına katılıp gezilerini sürdürdü. 1970’lerin sonundan bu yana ders vermek, gezmek amacıyla Hindistan’a defalarca gitti. "Hinduların egemen olduğu bir kültür kentini, sosyal ilişkilerini merak ediyorsanız, Baroda’ya gidebilirsiniz" diyen Kağıtçıbaşı beş hafta kaldığı kenti anlattı.
Çocukluğum, annem ve babamın öğretmenlik yaptığı 1940’ların Bursa’sında geçti. Kayağın bilinmediği yıllarda, hafta sonlarında dağa tırmanır, kayak yapardık. İlk yurtdışı gezime 1959’da, Robert Kolej’i bitirip Fullbright Bursu’yla ABD’ye gitmem gerektiğinde çıktım. Wellesley Üniversitesi’ne gitmek için İstanbul’dan yola çıktım. Uçak Roma, Madrid’e uğrayıp Lizbon’da konakladı. Ardından Boston’a uçtuk. Lizbon’a ayak basmak rüya gibiydi. Üniversite eğitimimi sınıf atlayarak tamamladığım iki yılda Boston’u tanıdım. Yazın çalışıp, kazancımla geziye çıkıyordum. Duygusal sorunlu çocuklara yönelik bir kampta çalıştım. Çocuklarla New Hampshire, Maine gezileri yaptım. Yüksek lisans ve doktora için California’daki Berkeley’e gittim. ABD’deki yedi yıl boyunca, yolculuk çok zor, uzun ve pahalı olduğu için sadece üç kez Türkiye’ye gelebildim. Yolda İrlanda’yı, İngiltere’yi, Fransa’yı görüyordum. Hatta bir seferinde, Paris’te uçaktan indim, trenle Marsilya’ya gittim. Vapurla İstanbul’a geçtim. ABD’de her fırsatta geziye çıktım. New York, Philadelphia, Los Angeles, Washingon DC, California’yı gezdim. Monterey, sedir çamlarıyla ünlü 17 Miles Drive’ı gördüm, bağlarıyla ünlü Napa Vadisi’nde yazlık iş bile buldum. Squaw Vadisi, Taho Gölü, Rino ve Amerika’nın dev sekoya ağaçlarıyla ünlü en güzel doğa parklarından Yosemite’yi gezdim. Evlendiğimde eşimle gezileri sürdürdük. Öğrenciliğimin son yılında kızım Elif’in doğması da tempomuzu düşürmedi. 1966’da Türkiye’ye dönmemiz gerektiğinde, ABD’ye bir daha gelmeyeceğimizi düşünüp kızımız ve 18 parça eşyayla çılgınca bir tura çıktık. Trenle Arizona’dan geçip, Chicago’ya gittik. "Dünyadaki en beter yolculuk Yugoslavya’da ikinci mevki trenle yapılandır, daha kötüsü bebekle yola çıkmaktır" derler. Atılabilir çocuk bezi yoktu, 10 düzine bezle dolaşıyoruk. Chicago’dan Pittsburgh’a, oradan New York’a geçtik. Yolda arkadaşlarımızda kaldık. Avrupa’yı da görmek istiyorduk. Dönüşte Londra’da konakladık. Birkaç gün kalıp kenti gezdik, müzikallere gittik. Manş’ı hoowercraft’la geçip Almanya’daki bir arkadaşıma uğradık. Kullanılmış bir Volkswagen aldık. Heidelberg, Viyana’da konaklayıp 28 gün sonrayorgunluktan perişan bir şekilde Bursa’ya vardık. Sonraki üç yıl hiç geziye çıkmadık. Bebekle geziye çıkanlara o zaman bu zamandır çok şaşarım...
DEV FARELERLE DANS
Sonraki yıllarda yürüttüğüm araştırmalar nedeniyle beş kıtada çok sayıda ülke gördüm. 1970’lerin ortasında farklı toplumlarda "Çocuğun Değeri"ni araştırmak üzere Türkiye’de 42 ilde, dünyada Hawaii, Endonezya, Filipinler dahil dokuz ülkede çalışmalar yaptım. Yurtdışı toplantılar sırasında kendime birkaç gün ayırıp, görmek istediğim yerlere gidiyordum. Önceleri eşimin vakti olmadığı için yalnız gezerdim. 1979’da Columbia, 1984’te Harvard’a birer yıllığına davet edildiğimde gezilerim sürdü. İkinci gidişimde eşim ve çocuklarımızla birlikte gezdik. 1993’te Hollanda İleri Araştırma Enstitüsü’ndeki bir yıllık çalışmam sırasında Batı Avrupa’nın tüm önemli kentlerini eşimle gezdik. 1995 sonrasında birlikte kültür turlarına katılmaya başladık. Epeyce ülke gezdik. Üç ay önce hayat ve gezi arkadaşımı kaybettim... Bundan sonra çocuklarım, torunlarım ya da yalnız gezilerimi sürdüreceğim. İlk fırsatta Brezilya’daki yağmur ormanlarını, Amazon çevresini gezmek istiyorum.
Gezi rotamı kültürel, doğal güzelliklere göre seçerim. Kent sokaklarında yürümek, kafelerinde oturup gözlem yapmak, yerel lezzetlerini keşfetmek hoşuma gider. Resim koleksiyonu geniş müzeleri mutlaka gezerim. Meksika’daki antropoloji, Kolombiya’daki altın müzesi gibi özel müzeleri kaçırmam. Bunlardan ilki Amerika kıtasına insanoğlunun Sibirya’dan geçtiği tezini, diğeri kıtanın metal işleme maharetini kanıtlar. Londra’nın eski şatoları, pub’ları hoşuma gider. Geçmişte kentlerin pazarlarını, hallerini gezerdim. 1970’lerde Endonezya’da, Jog Jakarta’da, bir araştırmacı dostumla pazar yerini ararken yolumuz bakliyat haline düşmüştü. Çuval yığınları arasında gezerken bir anda ayağımızın altında beş, altı jardon (büyük fare) dolaşmaya başladı. Bizler eteklerimizi tutarak zıplıyor, çevremizdekiler kahkahayla gülüyordu. Çok güldük ama korkudan ölüyordum. O gün bugündür hallerden uzak dururum. Gezilerin unutamadığım anlarından biri Honolulu’da yine bir meslektaşımla yanardağa tırmanmamızdı. Yağmur çiseliyordu, etraf yemyeşildi ve kraterde lavlar kaynıyordu. Kendimi dünyanın zirvesinden, magmayı seyrederken buldum.
SICAKTA GİTMEYİN
Hindistan’a ilk kez 1970’lerde gittim. Endonezya’daki araştırma toplantısı dönüşünde Tac Mahal’i görmek üzere Yeni Delhi’de uçaktan indim. Yazdı, arkadaşlarım sıcakta gitmemem için uyarmıştı. Delhi’de dolaşırken hava o kadar sıcaktı ki, çantamın metal aksesuvarı koluma değdiğinde yaktı, izi kaldı. Ziyarete gittiğim görkemli bir caminin avlusunda, ayakkabımı çıkarıp çorapla taşın üstüne bastığımda öylesine ayağım yanıyordu ki zıplamaya başladım, çevdekiler birbirine beni gösterip gülüyordu. Küçük bir uçakla şiddetli şekilde sallanarak Agra’ya gittim. Akşam günbatımında, ziyaretçiler çıkarken Tac Mahal’e girdim. Kuvarz benzeri mermer günbatımında parlıyordu. Oturup bu harika manzarayı seyrettim. Alacakaranlık çöktü. Yapının arkasındaki ovanın, uzaklardaki nehrin renginin değişimini seyrettim. Bu arada mehtap çıktı. Yakındaki bir minareden ezan okunmaya başladı. Müthiş bir atmosferdi, ruhumun arındığını hissettim. Bu duyguyu hayatımda sadece bir kez yaşadım... Yıllar sonra eşimle Tac Mahal’e gittik. Gün ortasında gezdik, çok kalabalık, çok sıcaktı; sanki aynı yer değildi.
Yıllar sonra Baroda Üniversitesi’nin davetiyle beş haftalığına Hindistan’a gittim. Hint edebiyatını okuyan, ülkeyi merak eden eşim de benimle geldi. Aylardan ocak, hava ılık, yani Hindistan’ın en güzel mevsimiydi. Mumbai’de, Tata’nın sponsorluğunu yaptığı, kent dışındaki sosyal bilimler enstitüsünde kaldık. Müthiş bir kalabalık vardı sokaklarda. Trafik kıpırdamıyordu. Buna rağmen halkın yüzü gülüyordu. Kavga eden, asabi davranış gösteren yoktu. Yaygın yoksulluğa karşın son derece misafirperver, dost canlısıydı halk. Sokaklarda İngilizce bilenlerin sayısı fazlaydı, hiç korkmadan dolaştık. Zerdüştlerin ölülerini bıraktığı, cesetleri kuşların parçaladığı tepeyi gördük. Daha sonra turistik rotaların dışındaki Gucurad Eyaleti’nin kültürel başkenti Baroda’ya (Vadodara) geçtik. Baroda, Hindu kültürünün, yaşam biçiminin en özgün, saf haliyle görülebileceği şehirlerden. Vishwamitri Nehri’nin kıyısında. Nüfusu 1,5 milyon civarında. Endüstri kenti olmasına karşın, sokakları yüksek ağaçlarla kaplı. Sömürge döneminin görkemli yapıları korunmuş. Öküzler, maymunlar dolaşıyor yollarda. Maymunlar kaldığımız misafirhanede, mutfak camındaki telden ellerini uzatıp, yiyecek çalmaya çalışıyordu. Hayvanlar saldırgan değil. Yavrusuyla dişi maymunun ağaç tepesinde dolaşmasını izlemek çok eğlenceli. Hindular inançları gereği, tavuk hariç, hayvanlara dokunmuyorlar, şehirde et satan dükkan, restoran yok. Maharaja Fateh Sarayı, Sigh Müzesi ve kültür merkezine dönüştürülmüş. Sanat koleksiyonu sergileniyor. Burada Zakir Huseyn’in perküsyon ağırlıklı, etkileyici bir konserini dinledik. Klasik dans izledik. Davet edildiğimiz evlerde çok lezzetli sebze yemekleri tattık. Özellikle baklagillerden çok yaratıcı yemekler yapıyorlar. Tekstil kenti olduğu için nefis sariler, el işi dokumalar, pamuklular, kumaşlar almak mümkün. Amber ağacından çok güzel objeler üretiliyor.
Dönmeden önce Ahmedabad’da Gandi’nin aşramına, yani yaşadığı ve eğitim verdiği merkeze gittik. Aşram büyük bir arazide, tek katlı, sade birkaç küçük binadan oluşuyordu. Kitaplığı, kültür merkezi ve çevredeki atmosferi etkileyiciydi. Ahmedabad’da Rani Sipri camii’nin özgün Hint-İslam mimarisinden çok etkilendim.
Bu gezide, yoğun nüfusun yaygın yoksulluk koşullarında yaşadığı bir ülkede şiddetin bu kadar az olmasının nedenlerini düşündüm. Sanıyorum reenkarnasyon anlayışıyla bağlantısı var. Ölüm korkusunun ortadan kalkması, tekrar tekrar hayata gelme umudu iyimserliği artırıyor, şiddeti azaltıyor.
En sevdiği beş yer
á Bali á Hawaii á Langkhavi (Malezya) á Santorini á Asuan / Abu Simbel (Mısır)
seyahatte ne okuyor
Rehber kitaplar, notlar, roman
ne yiyor ne içiyor
Yerel lezzetler
ne giyiyor
Spor kıyafet, rahat ayakkabı
nerede kalıyor
Temel ihtiyaçlara cevap veren oteller
çantasının vazgeçilmezleri
Not defteri, fotoğraf makinesi, gözlük, ilaçlar
kiminle seyahat ediyor
Çoğunlukla yalnız
oradan ne alıyor
Baykuş koleksiyonu için porselen biblolar, resim