Yaz serinliğinde Uludağ
Sıcak bunaltınca kendimi Uludağ’ın zirvesindeki serin rüzgarların kucağına attım.
Geçmişte İstanbul ve Ankara’nın önde gelen üniversitelerinden akademisyenler temmuzda Uludağ’da tatil yapardı.
Gündüz uzun yürüyüşlerle ormanların, göz alabildiğine uzanan yeşilliklerin tadını çıkarar, akşam edebiyat, felsefe sohbetleri yaparlardı. Sonra yerlerini Arap tatilciler aldı. 17 Ağustos Depremi’nden sonra onlar da ayaklarını çekince, dağın güzellikleri doğaseverlere, yürüyüşçülere, kamp yapan sporculara, hafta sonu piknikçilerine kaldı. Son yıllarda Uludağ’ın yaz ziyaretçileri artıyor, artık kış sezonu bitince tüm oteller kapılarını kapatmıyor. Açık kalan oteller müşterilerine cazip fiyatlarla tam pansiyon konaklama sunuyor. Uludağ’dan sonra Tirilya’ya uğradım, eski sokakları arşınladım.
Gezgin ruhum durmaktan sıkıldı. Vücudumun her yerinde, beynimin kıvrımları arasında dolaşıp durdu ve beni tekrar yollara düşmeye zorladı. Bu baskıya dayanamadım, geç gelen ama tam gelen bunaltıcı sıcakları bahane edip sıcak bir cuma sabahı erkenden yola çıktım... Bu hafta anlatacaklarım, ruhu evde duramayanlar içindir. Bu rotayı onlara adıyorum.
Amacım yakın ve serin bir yere gitmekti. Yakınlarda serin bir yer nasıl bulabilirdim ki?.. Aklıma Uludağ’ın zirvelerindeki soğuk rüzgarlar geldi. Onlarla sarmaş dolaş olup üşümeyi düşledim. Hem bu “kış güzeli”nin yazlık yüzünü de görmüş olurdum. Otomobilimin bagajına bu kez küçük mangalımı da yerleştirdim. Piknik malzemeleriyle doldurduğum mini buzdolabını da mangalın yanına koydum.
Bir solukta yolu bitirip, Bursa’nın kapısına dayandım. Bir de baktım ki sıcak, bir tül perde olmuş, Bursa’yı sarıp sarmalamış. Aracın termometresindeki 34 dereceyi görünce korktum. Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştum!.. Bursa oldum olası hep sıcak yüzünü gösterirdi bana. Orada hep bunaldığımı hatırlarım. Bursa’yla sıcağı yan yana getirdiğimde, bir de kana kana içtiğim buz gibi gazozlar aklıma gelir.
Kente yaklaştıkça, örtünün altından hayal meyal görüntüler belirmeye başladı. Binalar, kubbeler, minareler... Aslında yeni Bursa’nın gerçek görüntüsünün bu olmadığını biliyordum. Bunlar, pusun ve güneşin bir oyunuydu. Yeni plazalar, yüksek binalar Evliya Çelebi’nin “ruhaniyetli şehir” nitelemesini silip süpürmüştü.
TANPINAR’IN BURSA’SI
Bence Bursa’yı en güzel anlatan yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Onun “Bursa’da Zaman”ını okuduktan sonra, Bursa hakkında bir şey yazmamaya karar vermiştim. Çünkü Tanpınar her şeyi yazıp bitirmişti. Hem de ne yazmak!.. O şiirsel anlatım beni buruşturup, bir kenara fırlatmıştı. Bursa’yı onun gibi anlatamadıktan sonra yazmanın ne anlamı vardı ki? “Bursa’da Zaman”da kenti şöyle tanımlamıştı:
“Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır!..”
Bursa’yı bir acele geçip, Uludağ’a tırmanan yola saptım. Dağın eteklerinde cuma telaşını yaşayan yol, tırmandıkça tenhalaştı. Kışın karında buzunda vızır vızır zirveye tırmanan, karlı dağdakileri düze indiren araçlar bu mevsimde ortalıkta görünmüyordu. Çekirge’den yukarılara doğru kıvrılan yokuşa yaz yalnızlığı çökmüştü. Yolun ortasında bir nefeslik durup, aşağıları seyrettim. Pusun ardına gizlenmiş olan ova, “gözün lezzet alabilmesi için yetecek derecede büyük ve genişti...”
“Kendin Pişir Kendin Ye” restoranları henüz sabah mahmurluğundaydı. Akşamın yorgunluğu öylesine üstlerine sinmişti ki, bir iki silkelenmeyle atılacak gibi değildi. Belli ki ovanın sıcağından bunalan Bursalı, buraya sığınmış, kandili burada söndürmüştü. Çevrede yoğun bir “sönmüş mangal” ve anason kokusu vardı.
Tırmandıkça kahveler, restoranlar, evler teker teker görüntüden çekildi. Sahneyi sedir ve çam ormanları aldı. Kışın bembeyaz karla örtülü olan toprak, şimdi yemyeşil eğrelti otu ile kucaklaşmıştı. Rüzgarla birlikte dalgalanan otlar, ormana ağaçlı bir yeşil deniz görüntüsü veriyordu. Arabanın pencerelerini açıp, reçine kokan havayla ciğerlerimi yıkadım. Zirveye doğru kulaklarım rüzgar sesini aradı. Rüzgar biraz kuvvetli esse, ormandan dalga seslerinin yükseleceğini biliyordum. Ormanın sesinin denizin sesine benzediğini çok yıllar önce keşfetmiştim.
DAĞIN YAZLIK GİYSİSİ
Otellerin olduğu meydanlıkta, koyu bir yalnızlığın içine düştüm. Kış aylarının o şıkır şıkır otellerinden çıt çıkmıyordu, büyük otellerden ikisi açıktı sadece. Kışın bir modaevi podyumunu andıran kahvelerde in cin top oynuyordu. Kış şımarığı topal bir köpek, bir umut arabaya yaklaştı ama umduğunu bulamayınca gölgeye kıvrılıp, kış rüyasına geri döndü.
Arabamın termometresi 20 dereceye kadar düşmüştü. Tırmanışa 31 derece ile başlamıştım. Hava 15-20 dakika içinde 11 derece birden soğumuştu. Kollarımı açıp, serin rüzgarla kucaklaştım.
Kayak pistlerine giden telesiyejler, morlu, sarılı çiçeklerle süslü çimenlerin üstünde tembelliğin tadını çıkarıyordu. Uludağ beyaz gelinliğini çıkartıp, allı yeşilli elbisesini giymiş bir genç kız gibi cıvıl cıvıldı... Bu otellerin yaz aylarında neden kullanılmadığına akıl erdiremedim. Burası sıcaktan kaçıp, kitap okumak, ormanların içinde yürüyüş yapmak, hafta sonunda huzur yüklenmek isteyenler için ideal adresti.
Kışın karların altında kaybolan toprak yoldan zirveye doğru çıkmaya başladım. Yukarı çıktıkça oteller küçüldü, bulutlar bile aşağıda kaldı. Yolun bittiği yerde -zirvenin biraz aşağısı- bir kayaya yaslanıp, bulutların arasından ovayı, ormanları, kanat çırpmadan süzülen kuşları, dağın eteğine çöreklenen sıcağı seyrettim.
Acele etmeden dönüş yoluna çıktım. Sarıalan’da dağın buz gibi suyunu akıtan onlarca çeşmeden birinde yüzümü yıkayıp, mataramı doldurdum. Gözlerden uzakta bir köşede bagajdan küçük masamı çıkartıp, öğle yemeği hazırlığına başladım. Masanın örtüsüne çiçekler serpiştirdim, salatamı hazırladım, mangalımın üstüne et profesörü Cüneyt Asan’ın hazırladığı lezzetleri dizdim: Bir et şiş, bir tavuk şiş, iki kalem kuzu pirzola, iki köfte... Yolda olmasam bu nefis yemeği soğuk bir chardonnay ile taçlandırırdım ama su ile yetindim.
Yemek sonrası Uludağ’ın arka yüzünden, Soğukpınar, Keles yolundan kıvrıla kıvrıla indim. Böğürtlenlerin, mor çiçeklerin, kırmızı gelinciklerin, sarı papatyaların süslediği yoldan giderken, kış güzeline, yazlık elbiselerin de çok yakıştığına karar verdim.
TRİLYA’DA HER SOKAĞIN BİR ÖYKÜSÜ VAR
İkinci durağım Tirilya’ya -Zeytinbağı-, Mudanya üzerinden değil de, Ulubat Gölü’nün karşısındaki sapaktan gittim. Önce ayçiçeği tarlalarının, sonra meyve bahçelerinin, en sonunda da dağı taşı kaplayan zeytinliklerin arasından geçip, eski evleri, kiliseleri, daracık sokakları ve hasret öyküleri ile süslenmiş Tirilya’ya vardım.
Tirilya’nın adının anlamı hakkında çeşitli yorumlar okumuştum. Aklıma yatanlardan bir tanesine göre kasabanın adı Aya Yani, Aya Yorgi ve Aya Sotiri adlı üç papazdan geliyordu. Bu üç papaz, aforoz edildikten sonra İznik’ten ayrılıp buraya yerleşmişti. Bundan ötürü buranın adı Tri (üç) İlya (papaz) olmuştu. Bir diğer rivayette şöyleydi: Latince Tirilya, kırmızı balık, barbunya anlamına geliyordu. Bu balık, burada bol bol tutulup Doğu Roma İmparatoru’na gönderiliyordu. Bu nedenle köyün adı Tirilya olarak kalmıştı. Herkesin hâlâ Tirilya dediği kasabanın adı 1900’ün başlarında önce Mahmut Şevket Paşa, 1963 yılında ise Zeytinbağı olarak değiştirilmişti.
Otomobilimi asırlık çınarın gölgesine park edip, önce Hagios Stephanos Kilisesi’nin bulunduğu tepeye tırmandım. 720 yılında yapıldığı öne sürülen yaşlı kilise ilk gelişimdeki gibi, kendisi gibi yaşlı bir incir ağacına yaslanmış, yıkık dökük duruyordu. Sonra dar sokaklardan, eski evlerin arasından geçip, Kıbrıs’ın eski cumhurbaşkanı Makarios’un okulunun önünden aşağı indim. Evler iki yıl öncesine göre daha da yıpranmış, renkler solmuş, kapıların üstündeki kilitler pastan iyice görünmez olmuştu. Bildiğim sokakları boydan boya arşınladım. Kasabanın hüzünlü öyküsünü de bir kez daha hatırladım:
Rumları zorunlu göçe götürmeye gelen gemiye, köyün Müslüman sakinleri de binmiş, Tekirdağ’a kadar sarmaş dolaş gitmişlerdi. Tekirdağ’da Müslüman yolcular inerken gemiden sadece hıçkırık sesleri yükselmişti.
Yine zeytin ormanlarını aşıp, geceyi geçireceğim Mudanya’ya vardım. Yaz kalabalığını, kıyıda piyasa yaparken yakaladım. Bir balık ziyafeti ile günümü noktaladım.