Yamyam Evren
Arkası gelmeyen, insanın içini burgu gibi, diş ağrısı gibi oyan, tekdüze, sinir bozucu bir uğultu, derin, sinsi. Fırlayıp terasa çıktım. Evet, dışarıdan geliyor. Paul Gillon’un bir çizgi romanını hatırladım birden. Doğup büyüdüğüm şehirde, sevip bayıldığım bu şehirde... sanki yokuş aşağı bir nehirde öğütülüyormuşum gibi geldi. Paul Gillon’un o nefis çizgi romanındaki gibi.
Çarşamba gece yarısına doğru, çatı katındaki odamda müzik dinleyerek çalışıyorum.
Bir uğultu geliyor bir yerlerden. Önce radyo sandım, kalkıp kapattım sesini, değil. Sonra, ta 5-6 kat aşağıdaki kaloriferin uğultusu zannettim (Bazen apartman boşluğundan duyuluyor sesi), ı-ıh. Belli ki dışarıdan.
Terasa çıkmak üzere kapıyı açtım ki... gecenin soğuk sessizliğinde, insanın yüzüne vuran, insanı iten bir uğultu.
Sadece lodosun, Köprü’den, TEM’den, Barbaros Bulvarı’ndan, belki de daha ötelerden, Taksim’den, Tarlabaşı’ndan getirdiği bir uğultu değil. Güneyden, batıdan, doğudan... her yönden, dört bir yandan insanın üstüne üstüne gelen bir isyan çığlığı adeta.
Hani nezleyken kulakları uğuldar ya insanın, öyle, ama çok daha güçlü. Derinden, sinsi, sürekli.
*
Paul Gillon’un bir çizgi-romanını hatırladım birden. (1)
Çizgi-romanın kahramanları, kendilerini hiç tanımadıkları bir dünyada bulurlar bir seyahat sırasında. Sadece tek yöne açılan, fotoğraf makinesinin diyaframı gibi bir kapıdan girer ve bir daha çıkamazlar.
Ortada dev bir nehir akmaktadır, aşağılara doğru, insanı deli eden bir uğultuyla. Ama bu bir akarsu değildir, gümbür gümbür akan taşlardan, kayalardan oluşmuştur nehir.
Ve bu garip dünyada yaşayan insanlar, aşağılara doğru, taş nehrinin akıntı yönünde ilerlerler durmadan. Ve, nehir boyunca göçen insanlar hızla yaşlanırlar, çisil çisil yağan asit yağmurdan derileri bozulur, saçları dökülür... ve nehrin yahut da mahkûm oldukları bu garip evrenin sonuna ulaşamadan... ölüp giderler.
Korkunç gerçeği romanın kahramanı ortaya çıkarır. İçinde yaşadıkları, uzay boşluğunda hareket eden dev bir ... solucandır aslında. Solucan, içinde yaşayan insanları ağır ağır hazmetmekte, öğütmekte ve artık içecek kan, eritecek et kalmadığında, posa gibi atmaktadır dışarı.
İnsanların “kendi dünyaları” sandıkları şey, aslında, onları ağır ağır öğüten, uzay boşluğunda kıvrıla kıvrıla hareket eden dev bir solucandır. Bir “yamyam evren” !
*
Şehrin uzaklardan gelen ve insanı delirten uğultusunu dinlerken, hareketsiz kaldım karanlık terasta.
Bir yerden bir yere deliler gibi koşuşturan insanlar, nehirler gibi akan otomobil ve kamyonlar, isil isil yağan, insanın yüzünü yakan buz gibi yağmur, karanlık gökyüzü, girenin bir daha çıkamadığı bir düzen...
Bizi ağır ağır öğüten o canavarın karın uğultusuydu dinlediğim.
(1) Jean-Claude Forrest’in yazdığı, Paul Gillon’un çizdiği Les Naufragés du Temps (Zaman Kazazedeleri) dizisinin dördüncü kitabı “L’Univers Cannibale” (Yamyam Evren), 1980