Yağmur çiseliyor...
Buralılar, ‘Hıh, tozu bile süpürmez!’ diye küçüksüyor ama, mayıstan beri ilk kez buralara yağmur yağıyor. Yoksa aylardır kuraklık çekiyorlar, su tüketimine kısıtlama getirilmiş, sabahtan akşama kadar tepemizden itfaiye helikopterleri geçiyor, denizden su alıp, neredeyse artık, orman yangınlarına, sıcaktan tutuşan makilere müdahale ediyorlar.
Güneş bugün sanki bulutların arasından hiç sıyrılamadı. Hava sabahtan beri kapalıydı. Şimdi saat 5, beşi on geçiyor daha doğrusu. Yapraklara çarpan ağır damlaların sesini dinliyorum. İki otobüs gürültüsü arasında. Çünkü nasıl bir dümen döndüyse, otobüslerin güzergâhını değiştirmişler, bizim ihtiyarların kapısından geçiyor artık. Rahat, diğer caddede ensesi kalın bir kodoman oturuyordur ve belediyeyle ilişkilerini kullanıp, otobüsleri bizim sokağa çevirttirmiştir...
Dedim ya, burası Akdeniz, her türlü rüşvet, pislik, ahlâksız ilişkiler, üçkâğıt...
Yağmur hafifledi sanki biraz. Aklınızdan geçeni biliyorum, ‘Talihsiz adamı çölde kutup ayısı kovalarmış. Bir hafta tatil yapacak, üç aydır ilk kez yağmur yağıyor tepesine...’ diye üzülüyorsunuz benim için.
Çok dert etmeyin kendinize, bilirsiniz, sıcakla, güneşle aram yoktur pek, kapalı havayı, yağmur serinliğini tercih ederim aksine.
Yani keyfim yerinde...
Hatta bu havada denize bile girdim. İki üç metreyi bulan dalgalara attım kendimi. Taşlarda ayağımı bile kestim... (Orhan Veli’nin ruhu şâd olsun!)
Halbuki daha dün, sizler adına, bilimsel deneyler yapıyordum güneşe karşı.
Güneşe yatmış, yanmaya çalışıyordum biraz. (Yeşil-beyaz diye dalga geçiyorlar benimle...) Yüzüstü... Doğru söylüyorum değil mi, yüzüm güneşe gelince ‘yüzüstü’ denir, sırtım güneşe gelince ‘yüzü koyun’... Yoksa tersi miydi? Neyse...
Yüzümü yakmaya çalışıyorum biraz. Dayanabildiğim kadar artık. Ter basıyor yüzümü, ayrıca gözlerim rahatsız oluyor uzun süre yatınca.
Çocukluğumdaki gibi, gözlerim kapalı, güneşin göz kapaklarımda yarattığı renkleri seyrediyorum. Renk oyunlarını. Kendimi tamamen gevşek bıraktığım zaman mavi-yeşil renkler geliyor gözlerimin önüne. Gözkapaklarımı biraz sıkınca sarıya dönüyor, iyice sıkınca sadece kan rengi, damarlarımda gezen kan rengi...
İşaret parmaklarımla gözlerimi sıkı sıkı ovuşumu, ortaya çıkan kaleidoskopu büyük bir zevkle seyredişimi, ekran ağır ağır kararınca, kendi kendime ‘Film bitti!’ deyişimi hatırlıyorum, Değirmendere’de, denize karşı yattığım poposu yere değen alçak şezlonkta...
Amaaaan!
Canım çıkıp yağmurda yürümeyi çekti şimdi...
Yazasım kalmadı birden!
Not: Bu arada FNAC’a gittim bugün. Bizim D&R’ın çok büyüğü, ağa babası. Virgine konseptini yaratan kitap-plak-elektronik alet (foto, ses vs) satan büyük mağaza... Kitaplara bir göz atmaya gittim. Vitrinleri bizim Sabah gazetesine dönmüş: salak okurlar Da Vinci Şifresi filan gibi psödo-ezoterik kitaplara sardı ya, FNAC gibi ‘entel’ olma iddiasındaki bir mağazada bile sadece böyle dandik kitaplar var vitrinde. Da Vinci Şifresi, yok Da Vinci Şifresi’nin Şifresi, yok Kutsa Kefen’in Gizemi, Paulo Coelho’lar filan... Okunacak bir kitap bulmak için en alttaki raflara yatmanız, en üst raflara tırmanmanız lazım. Ama bir tane de olsa kitap buldum kendime alacak: Herman Melville’in ‘Bartleby’ adlı öyküsü. Hatırlıyor musunuz, size ‘Bartleby ve Şürekâsı’ adlı muhteşem bir kitaptan bahsetmiştim, bu Bartleby o Bartleby işte...