GeriSeyahat Urla’da bir iskele
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Urla’da bir iskele

Urla’da bir iskele

Puslu bir pazar sabahı soluğu İzmir’in Urla’sında aldım. Limanda kıran kırana geçen balık mezadını seyrettim. Ünlü şair Yorgo Seferis’in çocukluk anılarıyla sokaklarda gezindim.Pazarında, lezzetli otların, sebzelerin arasında dolandım. Antik zeytinyağı fabrikasında, sekiz bin yıl öncesini düşlemeye çalıştım. Tüm bunları bir iskelenin çevresinde yaptım. Kitap Fuarı için gittiğim İzmir’de, bir pazar sabahı herkes uyurken yola çıkıp, Urla’yla kucaklaştım. Burayı bilen dostlarım öylesine ısrarcı olmuşlardı ki, gitmeden edemezdim. Örneğin yeme-içme kültürü yazarı Ahmet Örs, Urla pazarını ballandıra ballandıra anlatmış, mutlaka gitmemi tembihlemişti. Şair, denemeci, yazar (bence filozof) Özdemir İnce de Urla’ya gidip, şiirlerini Türkçe’ye çevirdiği ünlü Yunanlı şair Seferis’in evini görmemi önermişti. Hatta Seferis’in sıla özlemi yüklenmiş bir şiirinden bir dörtlük okuyarak beni iyice tahrik etmişti. Bir de antik dönemden kalma Klazomenai zeytinyağı fabrikası vardı. Burayı uzun süre önce gezi listeme almış, ama bir türlü yolumu düşürememiştim. Tüm bunlar yan yana gelince, 25 kilometre ötemdeki Urla’ya gitmek şart olmuştu artık.Puslu bir sabahtı. İzmir Limanı bile uyanmamış, deniz yeni ütülenmiş çarşaf gibi dümdüzdü. Otoyola çıkmadım. Kıyı kıyı giden eski yolu izledim. Narlıdere’de hálá müteahhitlere direnen mandalina bahçelerinin kenarından geçtim. Bu bahçelerin yok oluşlarının çok uzaklarda olmadığını biliyordum. İnşaatçılara dayanmak kolay değildi. Hele Narlıdere gibi, deniz kıyısına omuz vermiş kıymetli topraklar onların iştahını kabartır, mandalina falan dinlemez, sarı, palet tekerlekli demir yığını araçlarıyla buraları dümdüz ederlerdi. Tıpkı demir paletli tankların, savaşlarda önüne geleni ezip geçtiği gibi.Uzaklarda Mordoğan, Karaburun, Akdağ pus altına gizlenmiş görünmüyordu. Mordoğan adını çok seviyordum. Bende romantik çağrışımlar uyandırıyordu. Hep Mordoğan kasabasında, Mordoğan Boğazı’nı seyreden bir tepede, bahçesinde mor salkımların gölgelik yaptığı, duvarına mor begonvillerin sarıldığı bir evde yaşama düşleri kuruyordum. Akşamları İzmir’in göz kırpan ışıklarını da içine alan güzel düşlerdi bunlar.HEM TAZE HEM UCUZYüzlerce yazlığın sarmaladığı Urla’da oyalanmadan İskele’ye saptım. Zaten görmek istediklerim limanın çevresinde kümelenmişti. Arabayı park edip, çay içecek yer ararken bir kalabalık gözüme çarptı. Yanlarına gidip, sabahlarını selamladım. Balık mezadı varmış. Sekizgen mermer bir platformun üstüne, içi çeşitli balıklarla dolu tepsiler dizilmişti. Alıcılar sekizgenin çevresinde dolaşıp tepsileri inceliyor, birbirlerine bir şeyler fısıldıyorlardı. Hangi tepsiye kaç para sürecekleri konusunda ipucu vermeme gayreti içindeydiler. Biraz sonra mezat başladı. Mezadı idare eden tepsiyi eline alıyor, balığın cinsini söylüyor, başlangıç fiyatını ilan ediyordu. Sonra kıran kırana bir artırma. En çok parayı veren, balığını naylon torbaya doldurup evinin veya lokantasının yolunu tutuyordu. Limanda balıkçı kayıkları sıra sıra dizilmiş, brandalarının üstüne çekmiş, küçük çırpıntıların sallamasıyla gecenin yorgunluğunu atıyorlardı. Denizden geç dönen birkaç kayıkta ağlar temizleniyordu. Limanın kedileri bu kayıkları paylaşmıştı. Kayıktan arada bir atılan balığı kapmak için tetikte bekliyorlardı. Lokantalar yeni güne kapılarını henüz açmamıştı. Sonra Yorgo Seferis’in evinin bulunduğu sokağa doğru yürümeye başladım. Seferis 1900 yıllarında İzmir’de doğmuştu. Yaz tatillerinde ailesiyle beraber Urla’nın iskelesine gelirdi. Burada, denize yakın sokaklardan birinde yazlık bir evleri vardı. Küçük Seferis zamanının çoğunu iskelede balıkçıların arasında geçirir, onların ezbere okudukları destanları dinlerdi. Belki de şairliğinin ilk tohumları bu iskelede atılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine, babası tası tarağı toplayıp Atina’ya göç etmişti. İlk şiirlerini Paris’te hukuk öğrenimi yaparken yazan (1918-1924) Yorgo Seferis, 1963 yılında yalnız Yunan şiirine değil, Avrupa şiirine de yepyeni bir soluk getirdiği gerekçesiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.SILA ÖZLEMİSeferis, Urla’dan (ve İzmir’den) çok küçük yaşta ayrılmış, ama aklı hep buralarda kalmıştı. Çocukluk yıllarında yaşadığı evi ona hep vatanını anımsatmış ve bu anılar onu aşırı biçimde duygulandırmıştı. Urla’daki ev onu hep mıknatıs gibi kendine çekmiş, büyülemiş, peşini bırakmamış, anılarıyla nefesini kesmişti. 1950 yılında İzmir’e gelen Seferis, Urla’ya gelip evini görmeyi de ihmal etmemişti. İzmir’den Urla’ya giderken yolda ‘Seferihisar’ tabelası gözüne ilişince, kendi adının buradan gelip gelmediği konusunda sorular aklına takılmıştı. Bu sorunun yanıtını bir türlü bulamamıştı. Şair günlüğünde, çocukluk günlerinin geçtiği evi şöyle anlatmıştı:‘Ninemin eviyle bizim evin arkasını ayıran, kıyıya paralel sokağın ortasındaydık. Denize doğru yöneldik. Sular durgun değil, bir karabasan sessizliği içindeydi... Vapurların yanaştığı tahta iskele yerinde değildi, ama iskeleyi taşıyan beş altı kazığın yerli yerinde durduğunu hayretle gördüm. Batis’in kahvesinin kemerlerine ve onların üzerindeki yapıya da bir şey olmamıştı. Sonra hatırlayamadığım bir iki yapı. Daha sonra da evimiz.Alt kattaki pencerelerin camları kırılmış, öndeki demir kapı iyice paslanmış. Biz orada oturduğumuzdan beri hiç boyanmamış anlaşılan. Hala ben de durur bu evin anahtarı, Atina’da... Üst kattaki kanatlı pencereler çürümüş, bir daha kapanamazmış gibi görüntüleri var. Duvarların sıvası dökülmüş. Evin içine bakmaya çalıştım. Ancak yemek odasını ayıran cam bölmeyi görebildim...’PAZARIN YEŞİLLİKLERİBir zamanlar Seferis’in ninesinin bahçesi olan meydanı geçip, evin bulunduğu sokağa geldim. İki katlı taş ev baştan aşağı yenilenmiş, duvarına da ünlü şair Yorgo Seferis’in burada yaşadığını belirten bir tabela asılmıştı. Evin yanındaki ikiz bina da otele dönüştürülmüş, adına da ‘Seferis’ denmişti. Ünlü şairin ablası İoanna ve ağabeyi Angelos ile koşuşturduğu sokakları geride bırakıp, pazar yerine doğru yürüdüm. Giderken aklıma Seferis’in bu ev için yazdığı şiirin mısraları takıldı kaldı: ‘Elimden aldılar evlerimi. Mutsuzyıllara rastladık; savaşlar, yıkımlar, gurbet;avcı bulur bazen göçebe kuşlarıbazen bulmaz; av boldubenim zamanımda, çok kişiyi alıp götürdü saçmalar;ötekiler durmadan döner ya da çıldırır sığınaklarda....’Pazar yerinde beni yeşil bir tablo karşıladı. Tezgahlar yemyeşildi. Bir köşede biraz ileriden, Karaburun’dan gelen enginarların sabahleyin kesildiği belli oluyordu. Diğer tezgahlarda Arapsaçı, kılçıksız deniz börülcesi, ısırgan otu, kuzu ıspanağı, sütlüce, tere, roka, taze soğan, dere otu, kuzukulağı, dikme radika, turp otu, semiz otu, brokoli, pazı, ebegömeci, şırımay, kereviz yaprağı, labada, turp filizi, kereviz kökü, çoban düdüğü, işniş otu, bakla filizi... Ve adını bilmediğim diğer yeşillikler. Satıcılar işin ustasıydı. Bir yandan otu tanıtıyor, faydalarını sayıyorlardı: ‘Uzun köklüler otun acısını alır toprağın derinliklerine verir. Kısa köklüler ise baharatı ve acıyı yapraklara dağıtır...’ Bir yandan da nasıl pişirileceğini tarif ediyorlardı. Tabii ki bu tarifler benim gibi yabancı müşteriler için geçerliydi. Başka tezgahlarda ayıklanmış, kavanoza basılmış enginarlar, turşular, iplere kırmızı kolye gibi dizilmiş sivri biberler, küçük mor patlıcanlar, kırmızı turplar, kırmızı havuçlar yeşil tabloyu renklendiriyordu. Pazardan yutkunarak çıktım.ANTİK ZEYTİNYAĞISırada Klazomenai’deki antik zeytinyağı fabrikası vardı. Dor istilasından kaçan Klozomenailer, Urla iskelesine M.Ö 5. yüzyılda taşınmışlardı. Burası yöredeki ilk İon kentlerinden biriydi. Fabrika Hamdi Balaban’ın enginar tarlasında bulunmuştu. Demek ki aradan geçen asırlar enginarla zeytinyağının birlikteliğini bozamamıştı. Fabrika’nın geçmişi M.Ö 5. yüzyılın başlarına dayanıyordu. Kazıları yöneten Prof. Dr. Güven Bakır ile grafiker Ertan İplikçi’nin ortak çalışmasından sonra buraya, o dönemde kullanılan presler, bucurgatlar, değirmen yeniden yapılmış, geçmiş canlandırılmıştı. Müzeyi gezince Ayvalık ve civarındaki küçük işletmelerde, bugün hálá o dönemin tekniğinin kullanıldığını hayretle gördüm.İskeleye dönerken güneş yükselmiş, pus dağılmış, bahar yaza dönmüştü. Mezat bittiği için liman eski sessizliğine bürünmüştü. Çok değil bir iki hafta sonra yazlıkçılar sökün eder, bu sessiz günler yerini çocuk çığlıklarına, şen kahkahalara terk ederdi. Koşturmaktan zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Kıyıdaki kahveye oturup bir yorgunluk kahvesi söyledim. Rıhtımda sabahki kedileri gördüm. Karınları taze balıkla dolmuş, güneşin altında tembelliğin tadını çıkarıyorlardı. Urla’nın geçmişine ve bugününe veda edip tekrar İzmir’e doğru direksiyonu kırdım.
False