GeriSeyahat Tuz Gölü’nde korkularıma doğru koşmak
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Tuz Gölü’nde korkularıma doğru koşmak

Tuz Gölü’nde korkularıma doğru koşmak

Ben güneşten ve sıcaktan korkarım. Pek çok insan ilkbaharı neşeyle, coşkuyla karşılarken ben endişelenmeye başlarım. Cesaretimi toplamam 4 yıl sürdü ve Temmuz ayında 40 dereceye yaklaşan sıcakta gölgesine sığınabileceğiniz tek bir ağacın dahi olmadığı Tuz Gölü’nde koştum ve hayatım değişti…

“Acaba bu yaz gerçekten de son 50 yılın en sıcağı mı alacak?”, “Temmuz mu Ağustos mu daha zor geçecek”. Mayıs ayının gelmesiyle birlikte endişe düzeyim yükselir, güneşinin görünür olduğu saatleri kapalı mekânlarda geçirmeye, çok sevdiğim Belgrad Ormanı’na bile gitmemeye başlarım. Koşu antrenmanlarımı azaltır ve akşam saatlerine alırım. Yazın iyi antrenman yapamadığım için Eylül, Ekim aylarında koşulan maratonlara da katılamam. Hatta, bir keresinde heveslenip Berlin Maratonu’na yazıldığım, uzun koşular sıcak günlere denk gelmeye başlayınca sıcak korkuma yenik düşüp kaydımı iptal ettiğim bile olmuştu.

Yukardaki paragrafı okuyunca bu yazının helyofobi (güneş korkusu) üzerine olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Aslında bu yazı güneş korkuma rağmen ‘ateşin’ çağrısına olumlu yanıt verdiğim ve ekip arkadaşlarımla birlikte 4G kategorisini tamamladığım bir yarış, Runfire Cappadocia üzerine. Runfire çok etaplı bir ultra maraton. Kapadokya’nın muhteşem vadilerinde ve Tuz Gölü’nün üzerinde koşuluyor. Temmuz ayında... 40 dereceye yaklaşan sıcakta. Gölgesinde soluklanabileceğiz, kendinizi biraz olsun güneşten koruyabileceğiniz ağaçların olmadığı bir parkurda. Kimi günler, şairin dediği gibi, “Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... “; kimi günler ise kuzey beyaz, güney beyaz, doğu beyaz, batı beyaz...

2012 yılında düzenlendi ilk kez. Yarış koordinatörü çok farklı coğrafyalarda, zeminlerde çok sayıda ultra maraton koşmuş Prof. Dr. Taner Damcı. Taner ile yollarımız ilk kez 2008 yılında kesişmişti. Hayallerimizi paylaşmıştık: onunki Türkiye’de ultra maraton düzenlemekti, benimki ise yardımseverlik koşusunu yaygınlaştırmak... Birbirimizin hayallerin gerçeğe dönüşmesine tanıklık ettik sonraki yıllarda. O ‘Adım Adım’ koştu ben ultra maraton dünyasına adımımı atmaya başladım yavaş yavaş...

Geri sayım 4 yıl sürdü

Ancak Runfire Cappadocia’da koşmak için cesaretimi toplamam 4 yıl sürdü. Bu süre içinde Tuz Gölü’nün üzerinde koşan arkadaşlarımın videolarını defalarca izledim. O sonsuz beyazlıkta koşmayı çok istiyordum ama güneşin altında, ‘ateşe doğru’ ilerleme fikri beni çok korkutuyordu. Nasıl mı ikna oldum? Konuyu Cesaret Yalnızdır’ın yazarı, efsane ultra maratoncu Bakiye Duran’a açtım bir gün. Bakiye beni dinledi, durdu ve “Yarışa katılmadığın sürece korkun geçmeyecek, biliyorsun, değil mi? dedi. Haklıydı. Hiçbir korkunun durduk yerde geçtiği görülmemişti.

Cesaretimi topladım ve Likya Yolu Ultra Maratonu’na birlikte katıldığım arkadaşlarımla, Bilgi Runners takımı ile birlikte yarışa kaydoldum. 4G kategorisinde yarışacaktık, yani 4 gün boyunca güneşin altında yol alacaktık. Ateşle buluşmak için geri sayım başlamıştı.
İlk etabımız Ihlara Vadisi’ydi. Vadiye doğru koştuk önce kırmızı kiremitli evin yanından, kayısı ağacından meyve almadan yola devam etmememiz konusunda ısrarcı olan amcanın evinin arkasından, ineklerin arasından dolaşarak... Yolda meraklı gözlerle bizi karşılayan çocuklarla sohbet ettik... Kurallara uyduk ve vadiden geçerken kiliselere girmedik ama öğle sıcağında 380 basamak çıkmadan önce buz gibi suya ayaklarımızı sokmadan edemedik. Kampa döndüğümüzde başım ağrıyordu biraz ama hayattaydım ve zorlu Tuz Gölü etabına hazırdım! Hazırdık!

Sonsuz beyazlık sardı her yanımı

İkinci gün. Tuz Gölü... Ayaklarımızın altında çıtırdayan önce pembe, sonra beyaz kristal zemin... Üzerinde ilerledikçe karanın gözden kaybolması ve sonsuz beyazlığın her yanınızı sarması... Uzaklaştıkça siluetlere dönüşen koşucular... Elinize aldığınızda ‘soğuk’ olmamasına şaşırdığınız beyazlık. Geniş ve uzun Angelopoulos planlarından birinin içinde durduğunuz hissi... Saatler geçtikçe bu hissin daha da yoğunlaşması... Her yanınızı saran sıcaklık. Hem bu beyazlığın içinden bir an önce ‘çıkma’ hem de tam ortasında durmak isteği... 20km boyunca... Ve kükürtlü çamuru aşarak karaya basmak...

Üçüncü gün. Yine tuz gölü. Bu sefer gecenin karanlığında. Kafa lambalarımızı kapatıp karanlığın yer yanımızı sarmasına izin vererek. Tuzla kaplı yumuşak toprağın üzerinde kayarcasına ilerlerken ay yüzeyinde olduğunu hayal etmek... Ve doğan güneşe, ateşe, doğru koşmak... Korkmadan...

Son etap... Peri Bacalarının arasından, Güvercinlik Vadisi’nin ortasından, dik merdivenler aşağı, mağaraların içinden, toprak yoldan yukarı, küçük meyve bahçelerinin arasından, asfalt yoldan aşağı, bu sefer dayanamayıp, kiliselere girerek... Ve Uçhisar Kalesi’nde, davullar eşliğinde, arkadaşlarının alkışları arasında ‘bitirmek’...

Ertesi gün takım arkadaşlarım Mine, Hope ve Arif ile birlikte kampı terk ederken Taner Damcı’nın sözlerini düşündüm: “Eve dönerken bir şeyler değişmiş olacak”. Sevgili Gözde Uysal’ın dediği gibi ateşin dönüştürücü etkisinden mi, tuzun sakinleştirici özelliğinden mi, dört gün boyunca büyüleyici bir atmosferde harika insanlarla vakit geçirdiğim için mi bilmiyorum ama değiştiğimi hissetim ve “iyi ki”, dedim “iyi ki ateşin çağrısını dinlemişim”.

 

False