Turkuvaz sahillerde cenneti gördüm
Fransız Rivierası ya da Cote d’Azur... İkisi de buraları tanımlıyor. Ama ben Cote d’Azur, yani ‘Turkuvaz sahiller’ demeyi daha doğru bulurum. Çünkü Akdeniz’in rengi bu sahillerde turkuvaza dönüşüyor.
Bir yanında zeytin ağaçlarının, Ortaçağ kentlerinin bulunduğu yeşil tepeler, sahilde resim gibi küçük köyler, koylar, plajlar uzanan daracık kıyı şeridine ‘Aşağı Korniş’ denir ki, baştan çıkartacak kadar güzeldir. Bu kıyılar Monet’ye, Matisse’e, Renoir’a, Bonnard’a, Signac’a, Chagall’e ve Picasso’ya poz vermiş, onların tablolarında ölümsüzleşmiştir.
Bu sahilleri kuranlar yabancımız değil. Antik çağda, Foça’dan kalkıp gelen denizcilerin kurduğu kolonilerdir bu cennet topraklar. Nice, kibar, güler yüzlü, sakin, Akdenizli olmanın tüm özelliklerini taşıyan güzel bir kent. İnsanı sımsıcak kollarıyla sarıp sarmalar. Nice’i, diğer kentlerde olduğu gibi soluk soluğa gezmem. Burada tembelliğin tadını çıkarırım. Promenade Des Anglais’de yürümenin keyfini çıkarırım.
Bu gezinti yolu, akşamüstü neredeyse tüm Nicelileri buluşturur. Yaşlılar kıyıdaki banklara oturup, Akdeniz’in maviliğine dalıp gider. Ayaklarında kaykaylar olan gençler, tüm yeteneklerini yolun bir köşesinde sergiler. Bisikletliler, kendilerine ayrılmış yoldan bir aşağıya bir yukarıya gidip, formda kalmaya çalışır. Yürüyenlerin çoğunun elinde bir köpek tasması vardır.
Kıyıdaki taşlık plaj, baharda sakindir. Sadece birkaç tane öpüşen sevgili göze çarpar. Halbuki yaz aylarında bu plajda yer bulunmaz. Sere serpe yatmış yarı çıplak güzel kadınları seyretmeye doyum olmaz.
AKLIM TAZE KEÇİ PEYNİRİNDE
Gezinti yolunun diğer kıyısında Art Deco apartmanlar sıralanmıştır. Ferforje balkonlar beni çok kıskandırır. O balkonlara baktıkça, kendimi bir koltuğa gömülmüş, Akdeniz’i seyrederken düşlerim. Yolun kıyısında sıralanmış binaların en görkemlisi Negresco Oteli’dir. Renkli kuleleri, pembe kubbesi, muhteşem ön cephesi ile davetkâr bir oteldir. Nice’e ne zaman gitsem, eski şehirdeki pazar yerine mutlaka uğrarım. Uzunlamasına bir meydanda kurulan pazar, çiçekçilerle başlar. Rengârenk bir giriştir bu. Her seferinde çantamı çiçek tohumlarıyla doldururum. Bu sefer de mimoza tohumları aldım. Yetiştirebilirsem, bu sarı çiçekli ağaca Nice adını koyacağım.
Çiçekçilerden sonra sebze tezgâhları görüntüye girer. Onlar da rengârenktir. Kırmızı, pembe domatesler, kırmızılı, sarılı, yeşilli biberler, mor kafalı enginarlar, yemyeşil marullar, sapsarı patatesler... Peynirciler aklımı başımdan alır. Taze keçi peynirleri ağzımı sulandırır. Yumuşak, sert, küflü, kokulu...
MONACO DÜŞLERDEN UYANDIRIR
Eski Nice’in daracık sokakları yaz aylarında serin sığınaklar gibidir. Çünkü güneş bu sokaklara girmekte zorlanır. Baharda ise bu gölgeli sokaklarda başıboş dolaşan rüzgâr üşütür. O zaman bir bistronun sıcaklığına sığınıp, ısınmak için bir kadeh şaraptan medet umarım.
Aşağı Korniş’te, sahil sahil, İtalya istikametine doğru yolculuk yapmaktan çok keyif alırım. Yemyeşil tepelerdeki pastel renkli evler, mavi tahta pancurlar, kirli sarı renkli kilise çan kuleleri, küçük koylardaki tekneler... İnsana insan olduğunu hatırlatan bu görüntülere baktıkça, ‘keşke’ ile başlayan birçok cümle kurarım.
Daracık yol kıvrılır, düzelir, tünele girip çıkar, denize yakınlaşır, tepelere çıkar ve birden başka ülkeye, Monaco’ya varır. İnsan Monaco’nun gökdelenlerini görünce düşlerden sıyrılıp, gerçek yaşamın içine düşer tekrar. Onun için bu küçük ülkeye biraz mesafeli dururum. Zaten o da bana mesafelidir. Dünyanın en pahalı arabaları, en pahalı apartman dairesi, en pahalı kiralar, en pahalı tekneler, otel odaları hep buradadır.
Bu ‘enler’ beni ürkütür, kıyı kıyı yakaladığım romantizmden uzaklaştırır.
Monte Carlo kumarhaneleri, paralı düşlere doğru iter ziyaretçilerini. Bu küçük ülkede, sarayın bulunduğu semt biraz daha sempatik. Çünkü bu tepeyi çevreleyen mahalleler, daracık sokakları, kirli sarı badanalı evleri, çiçekli parkları ile biraz daha romantik. Ayrıca, buradaki muhteşem akvaryum ve denizcilik müzesi, insanı ‘denizler altında 20 bin fersaha’ götürür.
İTALYA ÇAMAŞIRLA BAŞLAR
Monaco’dan sonra karşınıza çıkan Menton, sizi hemen gerçek ve çirkin yaşamdan çekip çıkartır, yine düşlerin içine atıverir. Burası dingin yaşamlara kucak açmış bir köydür. Kıyıdaki kahvede oturup, çevreyi seyretmeye başladığınızda, kendinizi bir Fransız filmi seyrediyor sanırsınız. Her görüntüde mutluluk ve aşk vardır.
Menton’dan sonra kendinizi birden İtalya’da bulursunuz. Arada ne sınır ne polis vardır. Sadece Fransızca İtalyanca’ya dönmüş, apartman balkonlarındaki çamaşırların sayısı artmıştır. Ventimiglia, Bordighera, Ospedaletti... Böyle sıralanıp gider İtalyan köyleri. Ve karşınıza birden San Remo çıkar. San Remo tabelasını görünce gençlik yıllarına gider, İtalyan şarkıcıların kıran kırana yarıştığı müzik yarışmasını hatırlarım.
Eğer Nice’den İspanya istikametine doğru giderseniz, tepedeki St-Paul-de-Vence adlı ortaçağ kentine uğramak gerekir. Daha sonra Antibes gelir. Burası Picasso’ya en çok ilham veren yerlerin başındadır. Antibes Müzesi’ni stüdyo olarak kullanan ünlü sanatçının, burada 6 ay içinde 145 eser ürettiği söylenir.
Cote d’Azur, her türlü düşe olanak tanıyan, insana yaşamın ne kadar keyifli olduğunu anlatan, yaşamın yavaşladığı bir kıyıdır. Orada cenneti görebilirsiniz.
HESABA KARŞILIK TABLO
Saint-Paul-de-Vance, tepede, surlarla çevrili bir ortaçağ kenti. Sokakları daracık. Bir at ancak geçebilir. Evlerin alt katları çoğunlukla resim galerisi. Bazılarında da şarküteri, peynir ve zeytinyağı satılıyor. Surların dışında, en az kent kadar ünlü bir otel var. Adı: Colombe d’Or. Otel, müthiş bir sanat koleksiyonuna sahip. Bu koleksiyonda kimlerin resimleri, çizgileri, şiirleri, imzaları yok ki: Picasso, Matisse, Braque, Miro... Sadece ressamlar değil, Jacques Prevert, James Baldvin gibi ünlüler de bu otelin konuğu olmuş.
PİCASSO TAKTİĞİM TUTMADI
Yves Montand ve Simone Signoret, burada evlenip, balayında bu otelin odalarına sığınmışlar. Otelin bahçesindeki lokanta da bir o kadar ünlü. Bütün bu isimler, burada yemek yiyip, şarap içmişler. Otelin sahibi, bu zengin koleksiyonu oluşturmak için hiç para harcamamış. Sanatçılar konaklama bedelini ya bir resim, ya bir çizim, ya bir şiirle ödemişler.
Bu konuda en eliaçık sanatçılar Picasso ve Matisse olmuş. Hele Picasso, yüklü otel ve yemek hesapları için bol bol resim vermiş. Tüm bu eserleri otelin lobisinde görmek mümkün.
Yemekten sonra ben de şansımı denemek için bir peçeteye bir şeyler çiziktirip garsona uzattım. Yutmadı tabii...Buruşturup çöpe attı.
SOCCA’YI UNUTMAYIN
Nice’de pazaryerinde acıkınca ‘Socca’ yemenizi öneririm. Socca, nohut unundan yapılan ekmek türü bir yiyecektir. Bizim tavada yapılan mısır ekmeğini andırır. Nohut unundan yapılan lapa tepsiye dökülür. Sonra dilim dilim kesilip, zeytinyağında kızartılır.