Tuna Nehri’nin sanat durağı
Sırbistan’ın ikinci büyük kenti Novi-Sad, farklı toplulukların bir arada yaşadığı Voyvodina bölgesinde önemli bir kültür kavşağı. Tarih boyunca canlı bir sanat merkezi olan, yazarlar, ressamlar yetiştiren kent Tuna Nehri’nin en görkemli ve ışıltılı göründüğü yer.
Belgrad’a ilk geliğimden bu yana 25 yıl geçmiş. Eskilerin deyimiyle tam bir “rub-ı asır”, yani çeyrek yüzyıl. Dile kolay. O zamandan bu yana çok sular aktı Tuna köprülerinin altından, Tito’nun Yugoslavya’sı kanlı bir savaşın ardından parçalandı, yerine küçük, ulusal devletler kuruldu. Sırbistan da, artık, içinden nehir geçen kentleri ve denize açılmayan sınırlarıyla bu devletlerden birisi. En zengini olmasa bile en kalabalık nüfusa sahip olanı. Kültürel açıdan da, hiç kuşku yok, en gelişmişi. Savaş bitti artık, herkes kendi kabuğuna çekilip kendi devletini kurdu. Ama yakın geçmişiyle henüz yüzleşmedi. Her dönemde olduğu gibi bugün de Balkanlar’da milliyetçilik rüzgârları esiyor. Savaş süresince Bosnalı Müslümanların yanında yer aldığım, Saraybosna kuşatma altındayken oraya dayanışma amacıyla gitmekten çekinmediğim, kent halkının Sırp milisler tarafından katledilmesine karşı çıktığım için bir daha ayak basmadım Belgrad’a. Ama sonunda bütün bu olup bitenlere en az benim kadar üzülen yayımcım Vladislav Bajac’ı kıramadım. Allah’ın Kızları romanımın tanıtımını da bahane ederek yeniden döndüm “kürkçü dükkânına.” Bu deyimi boş yere kullanmıyorum. Savaştan, onu izleyen nice yıkım ve acılardan önce güzel günlerim olmuştu Belgrad’da. Yazar dostum Danilo Kis’in ölümünü, Sava’yla Tuna’nın birleştiği yerde kurulmuş “beyaz kent” in sokaklarını, sakin kahvelerini, iki ırmağa da hâkim Kalemeydan’ın Osmanlılardan kalma burçlarıyla toplarını, hatta Sava’nın sol yakasındaki toplu konut cehennemini bile anlatmıştım. Bu kez Novi-Sad’dan söz etmek istiyorum.
GERÇEK ANLAMDA BİR KÜLTÜR KENTİ
Novi-Sad, Tito döneminde, Kosova gibi özerk konuma sahip bir bölge olan Voyvodina’nın merkezi, Sırbistan’ın da ikinci büyük kentiydi. Bugün de öyle sayılır. Belgrad gibi o da Tuna’nın kıyısına kurulmuş, tarih boyunca istilâlar, savaşlar görmüş. Ve Tuna sayesinde zenginleşip gelişmiş. Osmanlı’nın, dolayısıyla bizim tarihimizin de bir parçasını oluşturan Sırbistan tarihinin nabzının Kosova’da attığını iddia eden milliyetçi ideolojiye rağmen, 19. yüzyılın başlarından bu yana ulusal Sırp kültürü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun himayesinde bu kentte gün yüzüne çıkmış. Sırpça eğitim veren ilk lise, ilk kütüphane, ilk tiyatro burada açılmış. İlk gazete de burada yayımlanmış. Bağımsız bir kültür ve sanat kurumu olan, kentin övünç kaynağı Matica Srpska da, 1826’da Budapeşte’de açıldıktan sonra buraya taşınmış.
SAVAŞTAN NASİBİNİ ALAN ŞEHİRLERDEN
Bu kurum çok zengin kitaplığı ve arşivi, 15-19. yüzyıllar arasında yapılmış yedi binden çok resmin sergilendiği koleksiyonuyla Novi-Sad’ın gerçek anlamda bir kültür kenti olduğunun kanıtı. Barok ve yeni-Rönesans tarzındaki yapıları, Ortodoks ve Katolik kiliseleri, cemaatini artık yitirmiş de olsa sinagoguyla, ilginç bir mimari dokusu var Novi-Sad’ın. Sakinleri de yalnızca Sırplar değil. Macarlar, Karadağlılar, Hırvatlar, Ukraynalılar ve çingeneler de çok renkli bir etnik yapının mozaiğini oluşturuyor. Dört resmi dili var bölgenin, azınlıkların demokratik hakları anayasal güvence altında.
Yine de, eğitim ve kültür alanlarında Sırp milliyetçiliğinin ağır bastığını söylemeliyim. Kentin kültür merkezinde belediyenin katkısıyla düzenlenen uluslararası edebiyat festivalinde yabancı yazar olarak yalnızca Kübalı Zoe Valdes ve ben vardık. Diğer katılımcılar, Musevi kökenli David El Bahari de dahil, bu yörenin insanlarıydılar. Yine de bu edebiyat festivalini uzun süre içine kapalı kalan, kendine dönük yaşayan Sırbistan’ın dışa açılışının bir işareti olarak değerlendirmek gerek. Novi-Sad da nasibini almış savaştan, Nato uçakları Tuna üzerindeki üç köprüyü de bombalamışlar. Nasıl Mostar Köprüsü’nün Hırvat topçusunun ateşiyle yıkılmasına karı çıkıp “Köprülerin Kanı”nı yazdıysam, Belgrad ve Novi-Sad’ın köprüleri bombalanıp siviller ölmeye başladığında bu yıkımı da kınayan bir yazı kaleme aldığımı anımsıyorum. Sırp ordusunun başkentle lojistik bağını kesmek için bombalanan Novi-Sad’ın köprüleri yeniden yapılmış. Mihajla Pupina Bulvarı boyunca yürüyüp bu köprülerden en eskisinin üzerinden geçerek ırmağın sağ yakasına ulaşıyorum. Tarihsel kentin sokaklarındayım artık, burada karşı kıyının barok mimarisinden, varoşlara dikilen çirkin yapılardan, caddelerdeki yoğun trafikten eser yok. Tek ya da iki katlı yapılar, avuç içi kadar dükkânlar, poğaça ve börek de satan fırınlar, sıvası yer yer dökülmüş, çoğu harap duvarlar ve hâlâ mermi izleri taşıyan yosunlu taşlar çarpıyor gözüme. Savaşın izlerini burada da görmek mümkün, ama asıl yıkım Bosna’da yaşandı, soykırım orada yapıldı.
Yaralar sarıldı ama acılar unutuldu mu
Peter Handke, Sırbistan’a yaptığı bir kış yolculuğundan söz eden ve Sırpların tarafını tuttuğu için kıyasıya eleştirdiğim kitabında buralara pek kimsenin uğramadığını, buna karşılık Saraybosna’ya üst kuran pek çok Avrupalı gazetecinin bu sayede kariyer yaptığını, yöreyi sulayan Tuna, Sava, Morava ve Drina ırmaklarıyla birlikte kin duygularının da arınması gerektiğini, artık birlikte yaşamak mümkün olmasa da bir barış ortamı yaratmanın kaçınılmaz olduğunu söylerken haklıydı belki de. Ama nereye kadar unutulabilir acılar? Bosna Müslümanlarının yok edilmeye çalışılan ortak belleği ne ölçüde olan bitenleri yok sayabilir? Yaralar sarıldı evet ama geçmişi tümüyle silmek olası mı? Bu soruları sormakla yetiniyorum şimdilik, kesin ve inandırıcı yanıtlar bulmak siyasetçilerin işi, benim değil. Yıllar sonra Sırbistan’da yaptığım bu yolculukta kesin hükümler vermekten kaçınmalıyım diye düşünüyorum. Handke en azından bir konuda haklı. Yeterince empati kurmadık Sırp halkıyla, belki de bağrından insanlık suçu işlemiş caniler çıkardığı, hiç de azımsanmayacak bir kesim hâlâ onları desteklediği için, Sırpların neredeyse tümünü töhmet altında bıraktık. O güzelim, oynak şarkıları, naif ressamları, Vasko Popa gibi önemli şairleriyle de pek ilgilenmedik. Tito zamanında Makedonya’da yaşayan Türk yazar ve gazetecilerin kurmaya çabaladıkları kültür köprüleri de, savaşla birlikte yıkıldı gitti.
Tima’nın unutamadığım hikâyesi
Tuna boyunca yürürken ülkemizde pek tanınmayan Novi-Sad’lı bir büyük yazarın, Aleksandr Tima’nın çok sevdiğim bir öyküsü düşüyor aklıma. Sırbistan’da deniz yok ama plajlar var. Tuna, batıdan doğuya tüm Avrupa’yı kat edip Voyvodina’nın bereketli topraklarını, yeşeren buğday tarlalarını sulamıyor yalnızca, halkın deniz gereksinimini de karşılıyor. Rengârenk çatıları, ahşap duvarlarıyla yüzer evler de görebilirsiniz burada, güneşlenen, suda kulaç atan gençler de. Tima işte böyle sıcak bir günde, tenha bir köprünün altında soyunup suya giren kahramanın ağzından tuhaf bir hırsızlık olayını anlatır. Öykünün adı da “Bir Hırsızlık Vakası”dır zaten. Kahramanımız yüzedursun, yoksul bir delikanlı giysilerini çalar. Ama bizimki hemen kıyıya çıkıp peşine düşer hırsızın ve onu tam yakalamak üzereyken zavallı hırsız telaşla Tuna’ya atlayıverir. Bir daha da görünmez. Akıntıyla sürüklenmiş, çamurlu ve derin suda boğulup gitmiştir. Duruma el koyan polis, kahramanımızın giysileriyle kimliğini alıp götürdüğü için o da hırsızın giysileri ve kimliğiyle yeni bir hayata başlamak üzere kenti terk eder. Az önce karısıyla kavga etmiştir çünkü. Bu tür tuhaf durumların, beklenmedik gelişmelere yol açan olayların yazarı Tima’nın uzun süre yaşadığı ve öldüğü evi de gördüm. Devasa çatısındaki renkli kiremitler ve çan kulesiyle ilk bakışta göze çarpan kilisenin yanında albenisiz, hiçbir özelliği olmayan ve Tito devrinden kaldığı hemen anlaşılan, yazarın kahramanlarına benzeyen bir yapıydı. Oradan yine sağ yakaya geçerek Petrovaradin Kalesi’ne tırmandım. Kale, yüksek yapıları ve alçak surlarıyla üzerine inşa edildiği kayayla bütünleşmiş, onun bir parçasına dönüşmüştü. Tuna’ya vuruyordu sureti ve kente tepeden bakıyor, suretini suda seyreyliyordu. 17. yüzyılda Habsburg hanedanı tarafından ünlü Fransız mimar Vauban’a yaptırılan bu kale, geniş bir alana yayılan limon sarısı yapılarıyla imparatorluk mimarisinin tüm özelliklerini taşıyor. Bir de saat kulesi var ki görmeye değer. Çünkü alışılanın tersine akreple yelkovanın işlevleri değişik burada. Akrep dakikaları gösteriyor, yelkovan saatleri. Tuna’da seyrüsefer yapan gemiciler uzaktan görebilsinler diye bu yönteme başvurulduğunu söylediler. Düşmanı yanıltmak için yelkovanla akrebin işlevlerinin ters çevrildiğini söyleyenler de oldu. Eski ahırları ressam atölyesine dönüştürmüşler. Bir zamanlar rüzgârdan hızlı Macar atlarının girip çıktığı kapılardan koleksiyoncular, sanatseverler girip çıkıyor şimdi. Ben de aralarına karışıp ressam Nonin Miroslav’ın atölyesine
konuk oluyorum.
TUNA NEHRİ AKMAM DEMİYOR
Nonin eli açık, yalnızca fırça tutmakta değil erik rakılarını küçük bardaklara doldurmakta da usta bir sanatçı. Eski fresklerin onarılmasına da büyük katkı sağlamış. Babası Duan Nonin (1924-2001) ünlü bir mimarmış. Voyvodina’nın en eski manastırlarından birinin yanına termik santral yapılınca kolları sıvamış. Ve koskoca manastırı bir başka yere taşıyıvermiş. Nonin, babasını özlemle anarken bu işin teknik ayrıntılarını da anlatmaya başlıyor. Hiçbir şey anlamıyorum tabii. Onaylar gibi başımı sallarken bir yandan da atölyenin duvarlarındaki tablolara bakıyorum: Ortodoks inancından ve Sırbistan tarihinden esinlenerek yapılmış, renklerini günbatımlarından, devinimlerini Tuna’nın ağır aksak akışından alan resimler sanatçının iç dünyasını olduğu kadar bu coğrafyayı da yansıtıyor. Ve peş peşe yuvarladığım erik rakısı kadehlerinin de etkisiyle, yeniyle eskiyi, gelenekle modernizmi ustalıkla harmanladığı için kutluyorum Nonin’i. Sonra izin istiyorum. Nice savaşlar görmüş, kuşatmalar yaşamış, 2. Dünya Savaşı’nda bir enkaz yığınına dönüştüğü yetmiyormuş gibi NATO uçakları tarafından da bombalanmış Petrovaradin Kalesi’nin duvarlarından Tuna’ya bakıyorum. Onu hiç böylesine görkemli, bu denli ışıltılı görmemiştim. Ne Viyana’da, ne Budapeşte’de ne de Belgrad’da. Geniş bir kıvrımla akıp gidiyor aşağıdan. Plevne’yi bilmem ama Novi-Sad’da Tuna Nehri akmam demiyor. Etrafını da yıkıyor. Şanı büyük Osman Paşa’yı bilmem ama Miloseviç ve şurekası artık yok buralarda, çıkıp gittiler Sırbistan’dan, bir daha dönmemecesine.