Taşı şiirle ısıtan evler
Geçmişte, Suriçi’nin bazalt taşından yapılmış, yüksek tavanlı tarihi evlerinde soba, şömine kullanılmazmış. Ocaktan mangala çekilen kömür yeterliymiş. Birkaç hafta önce şehre günübirlik yolum düştü. Şairlere adanan üç tarihi yapıyı, Ahmet Arif, Cahit Sıtkı Tarancı ve Esma Ocak evini gezdim. Geçen gelişlerimde ne çok ayrıntıyı kaçırdığımı fark ettim.
Diyarbakır’ın tarihi merkezini Dicle kıyısına yatmış bir kalkan balığına benzetirler. GoogleEarth’teki uydu görüntülerine bakınca bunun doğru olduğunu görürsünüz. Gökyüzünden şehre 3 kilometre kadar yaklaştığınızda, bilgisayarınızın ekranını kuyruğu güneybatıda, ağzı kuzeydoğuda bir balık boylu boyunca kaplar. Çevresinden nehir neredeyse 180 derecelik kavis yaparak geçer. Surlar kısmen yıkılmış olsa da izleri yerli yerindedir…
Kente yolum ilk kez 7 yıl önce düşmüştü. Yazar Memed Uzun’un ölümünü duyunca, uçağa atlayıp, son kez şükranlarımı sunmak, yolcu etmek üzere gelmiştim. Güneşli, serin bir sonbahar günüydü. Yaşar Kemal’in unutulmaz konuşmasını dinlemiş, binlerce kişiyle Ulucami’den çıkıp Mardin Kapı’ya sessizce yürümüş, Dicle’ye yukarıdan bakan yoldan mezarlığın kapısına kadar gitmiştim. Akşam uçağına kadar kalan zamanda tarihi yerleşimi güneyden kuzeye boydan boya geçen Gazi Caddesi’nin çevresini, Savaş, Dabanoğlu, Cami Kebir mahallelerini gezerek geçirmiştim. Yüksek taş duvarların arasındaki daracık taş kaplı sokaklar hafızamda Mardin, Antep’tekiler kadar iz bırakmamıştı.
İki yıl önce yine bir kış günü, Hasankeyf’e giderken, günübirlik uğramıştım. Bu kez Memed Uzun’un mezarını ziyaret etmiş, ardından Suriçi’nin güneydoğu mahallelerinin arka sokaklarını turlamıştım. Benim için bitmişti Suriçi. Hepi topu 1,5 kilometre çapında bir yerleşimdi zaten. Güneydeki yoksul mahalleler sıvasız, çirkin binalarla, kuzeydekiler ise yüksek, tek tip apartmanlarla dolmuştu…
Birkaç hafta önce yine günübirlik Diyarbakır’daydım. Nilhan Aras’ın “Diyarbakır Mutfağı: Bayram Çöreği” adlı kitabının tanıtımı için düzenlenen basın turunda, Suriçi’nin arka sokaklarında, eski Kültür Turizm Müdürü Reşit Akgüneş’in rehberliğinde birkaç saatlik yürüyüşe çıktık. İşte bu turda gördüm üç yazarın müze evlerini. Neredeyse 900 yıllık Ermeni ve Süryani kiliselerini, geçmişte yaşayan ailelerin öyküsüyle kafeye dönüştürülen tarihi evleri… Arka sokaklarda daha pek çok hazine gizli olduğunu fark ettim…
TABELASIZ SOKAĞIN KOMŞULARI
Ulucami’nin kuzey duvarına bitişik Pirinççi Sokak, muhtemelen ismini şair Cahit Sıtkı’nın ailesi Pirinççizadeler’den almış. Bu sokağa girdikten 50 metre sonra sağa saptığınızda, üstünde tabelası olmadığı halde haritalarda Ziya Gökalp Sokak olarak geçen dar, parke taş kaplı yola gelirsiniz. Girişte, soldaki yüksek duvarların arkasındaki ilk ev Ahmed Arif’in ölümünden 20 yıl sonra, 2011’de onun adına açılan edebiyat müzesidir. Taş bir geçitten, baş eğilerek girilen havuzlu taş avluda dikkati ilk çeken ayrıntı taş duvara asılmış panodaki şiir. Sağlığında yayımlanmış tek kitabıyla edebiyat tarihine geçen Ahmed Arif’in ünlü şiiri bu: Anadolu. 120 yıllık konağın avlusunda geleneksel Diyarbakır evinin tüm ayrıntıları görülüyor: Taş kaplı zemin, havuz, çeşme, dut ağacı, eyvan… Her yeri siyah bazalt taşından yapılmış evlerin pencere, kapı kemerlerinin üstündeki beyaz taşlı süslemeler, dantel zarafetinde beyaz boyalı demir korkuluklar… Şairin kütüphanesinin, özel eşyalarının da bulunduğu evin avlusunda bir kafe, eyvan bölümünde Diyarbakırlı edebiyatçıların fotoğrafları bulunuyor. Müze, kışın hafta içinde bile ziyaretçisiz kalmıyor. Ahmed Arif müze olarak kullanılan evde değil, kuşuçumu 500 metre güneydeki Hançepek Mahallesi’nde doğmuş. Bitişiğindeki Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi ise şairin doğum yeri. Geniş dikdörtgen avlulu, büyük havuzlu, gül bahçeli ev şehrin en zarif tarihi yapılarından. Bahçesine yerleştirilen siyah boyalı heykelde Cahit Sıtkı, kapıdan girenlere bakıyor. Büyük bölümü Diyarbakır müziğinin, kültürünün tanıtımına ayrılmış. Batı köşesindeki küçük salonda, şairin elyazısı mektupları, dolmakalemi, pasaportu, birkaç küçük özel eşyası sergileniyor. Doğduğu oda ziyarete kapalı. Bunun yerine zemindeki erzak deposu, küçük bir havuzu olan yazlık kiler oturma odasının kapısı ziyaretçilere açık...
Bazalt taş döşeli avluda oturup, siyahlı beyazlı duvarları, üstü açık oturma odasını andıran ortadaki boşluğu, pencere kemerlerindeki beyaz taştan desenleri, danteli andıran pencere ve korkuluk demirlerini seyretmek, kışın ortasında, havuz boş, ağaçlar yapraksızken bile güzel. Gözü dinlendiren bir simetri anlayışı, evin her köşesine ışık taşıyan avlulu sistem, taşın verdiği kadimlik… Kim bilir geçmişte, avlunun ıslatıldığı sıcak yaz ikindilerinde ne sohbetler, müzikler yankılandı bu duvarlarda? Evin ve yerel mimarinin inceliklerini kavrayabilmek için mimar Orhan Cezmi Tuncer’in “Diyarbakır Evleri” adlı kitabına bakmakta yarar var. Doğduğu, çocukluğunu geçirdiği evleri sevgiyle anlatıyor: “Diyarbakır evinde ilk, yaşamsal, vazgeçilmez öge avludur. Eyvan, oda, servis alanları bunu izler. Avlusuz Diyarbakır evi, yeşilsiz yaşam olmaz. Sabahlar açılan goncalar, renk renk güllerle başlar. Avlu konutun gövdesi, diğerleri dallarıdır.”
EN SERT TAŞLARDAN
Bu mimari üslubun kökeninin Hititlere, Hattilere kadar uzandığını söylüyor Tuncer. Havuzuyla, gül bahçesiyle, yazın buzdolabı gibi kullanılan kuyusuyla, dut ağaçlarıyla tüm doğayı ortasındaki avluda topladığına işaret ediyor. Sıcak yaz akşamlarında uyunan ve eyvan adı verilen üstü kapalı, cephesi avluya açık, kimi zaman havuzlu taraçalar, yarım zemin kattaki kiler, hamam, yazın serinlik veren odacıklar, tavanlarda ahşap, sadece oturma odasının zemininde horasan harcı kullanma da bu mimarinin ayrılmaz parçaları.
Evlerde en sert taşlardan bazalt kullanılıyor. Tuncer’den öğrendiğimize göre, bir usta tüm gün çalışarak ancak 7-8 taşı duvara konacak şekle getirebiliyor. Bu nedenle ustalar inşaat yapmadıkları zamanlarda pencere, kapı kemeri gibi el alan taşları oyup, bir kenara stoklarmış. Taşı satın alınsa bile, çoğu tek katlı olan geleneksel evlerin inşaatları 4-5 aydan önce bitmezmiş.
1998’de Kaleiçi’nde 163 geleneksel Diyarbakır evi tespit etmiş Tuncer, bunları kitabında incelemiş. Aralarında görmek için zaman bulamadığım Ziya Gökalp evi dahil pek çok güzel yapı var. Kim bilir bugün kaçı ayakta?
Kendini Koruyan Kentler Birliği üyesi, UNESCO Dünya Mirası Listesi adayı Diyarbakır’ın arka sokaklarında bu konuda sevindirici pek çok restorasyon girişimi devam ediyor. Örneğin Dört Ayaklı Minare’nin yanından geçip girdiğim Surp Gragos Kilisesi’nin sokağındaki “Diyarbakır Evi” adlı kafede 140 yıllık bir ev, geçmişte yaşayanların fotoğrafları, öyküleriyle yaşatılıyor. Fakat asıl etkileyici olan, karşısındaki Esma Ocak Diyarbakır Evi…
SÜRPRİZ YAZAR
Eğitimini tamamlayamadan görücü usulü evlendirilen, eşini genç yaşta kaybedince hanımağa görevini üstlenen Sema Ocak sürpriz bir yazar. Bir yandan aile varlığını yönetip, çocuklarını yetiştirirken, diğer yandan tanık olduğu kadın öykülerini yazmış. Berdel konusunu işlediği romanını Ahmet Arif’in teşvikiyle yayımlamış, eser filme konu olmuş. Dengbejlerden öyküler derleyen, şiirler yazan Ocak’ın 15 kitabı yayımlanmış. Adı yöre dışında pek duyulmayan yazar üç yıl önce vefat etmiş. Ocak’ın satın alıp restorasyondan sonra 1996’da kültürevi ve müzeye dönüştürdüğü yapı, günlük yaşamı yansıtacak şekilde, otantik eşyalarla düzenlenmiş. Şık kadın gece kıyafetlerinin, kaftanların sergilendiği salon bile geçmişte, tarihi Diyarbakır evlerindeki yaşamı hayal etmek için önemli ipuçları veriyor.
Esma Ocak Evi’nin önünden geçen küçük parke taşlarla kaplı sokakta, Ortadoğu’nun en büyük Ermeni Kilisesi olduğu söylenen Surp Gragos, yapımından 900 yıl sonra restore edilmiş haliyle zamana meydan okuyor. Bu yapıda ve hemen arkasındaki Keldani kilisesinde dikkati çeken özellik sadelik. Surp Gragos’un yenilenmiş haline karşın komşusu, parke taş kaplı zemini, sütunlarıyla ortaçağ atmosferini yaşatıyor.
Diyarbakır’da gördüğüm etkileyici taş yapılardan biri de Sülüklühan. Ulu Cami’nin karşısındaki Hasanpaşa Hanı’na üç kez gitmiştim, fakat demirci atölyelerinin sıralandığı bir sokaktan ansızın mimarisiyle, atmosferiyle şaşırtıcı bu mekana girmek gerçek bir sürpriz oldu.
17’nci yüzyıldan kalma han dört yıl önce restore edilerek, bir grup genç tarafından kafe-kültür merkezine dönüştürülmüş. Girişi orijinal haliyle korunan hanın avlusunda akşamları avlusunda yakılan ateşin başında toplanan gençler Süryani şarabı eşliğinde sohbet ediyor. Dileyen çayını yudumlayıp yıldızları seyrediyor. Fransız kontrbasçı Renaud Garcia-Fonds gibi new age, etnik caz yapan sanatçıların müzikleri çalınıyor. Girişin alt katındaki kitapçıda Türkiye’nin etnik gruplarıyla ilgili, nadir bulunan pek çok araştırma kitabı satılıyor.
İpekler, nehirde yüzdürülen kandilli karpuzlar, edebiyat akşamları
Geçmişte taş evlerdeki yaşamı Vedat Güldoğan’ın “Diyarbakır Kültürü” adlı araştırmasından öğreniyoruz. Kitapta anlatılan Diyarbakır, bahçeleri, evleri, türküleriyle adeta bir masal mekanı. Örneğin kentin avlularında, bahçelerinde geçen yüzyılda 24 çeşit gül yetiştiğini, yağının çıkarıldığını, şurubunun, rakısının yapıldığını, menekşeden çay ve likör üretildiğini, avlulardaki dut ağaçlarından yararlanılıp ipek böcekçiliği yapıldığını anlatıyor kitapta. 1850’lerde kentin 300 imalathanesinde ipek kumaş, yani puşi üretilirmiş. Uzun kış gecelerinde evlerde “velme” geceleri düzenlenir, müzik icra edilirmiş. Kitaptan öğrendiğimize göre, eğlenceden çok kültür akşamı olan bu organizasyonlarda müzisyenler, edebiyat meraklıları, hafızlar, tasavvuf erbabı bir araya gelirmiş. Önce yer sofralarında yemekler yenilir, ardından şerbet içilir, sonra müzik başlarmış. Münacaatlar, naatlar, naat-ı şerifler, gazeller, ilahiler, şiirler okunurmuş. Velme geceleri yazın Dicle kıyısında, Diyarbakır Kalesi’nden 10 Gözlü Köprü’ye kadar uzanan bostanlarda düzenlenirmiş. “Bostan eğlencelerinin en görkemli anı karpuzların içlerinin oyulup gazla yoğrulmuş külle doldurularak Dicle’ye bırakılmasıydı. Sanki Dicle Nehri’nde meşaleler yanıyor gibi çok güzel bir manzara meydana gelirdi. Nehirde salapurya denilen kayıklarla sefaya çıkılırdı” diyor Vedat Güldoğan. Bu masalsı akşamların yaşadığı bölge, Hevsel bahçeleri şimdi imara, talana açılıyor. Ne yazık...
Dört duvarın arasına gizli tatlar
Geçmişin zengin mutfak kültürünü, taş evlerin mutfağında pişen leziz yemekleri merak ederseniz Diyarbakır’da bunları tadabileceğiniz restoran ne yazık ki yok. Yerel yönetim henüz Doğubeyazıt’taki kadınlar kooperatifi benzeri bir restoran açmayı, ziyaretçilere bu özel tatları sunmayı akıl edememiş. Kaburga dolması gibi popüler yemekleri, kentin meşhur restoranlarında tattığınızda bile hayal kırıklığına hazır olmak gerekiyor. Sokak arasındaki ızgaracılar, ucuz olduğu için tavuk etine yönelmiş. Biz tarifleriyle Nilhan Aras’ın kitabına kaynak olan Münevver Aslanhan’ın sofrasına konuk olduk. Çorbasından meftunesine, içli köfte çeşitlerinden pilavlarına geleneksel ev lezzetlerini tatma imkanı bulduk. Bu tadımda gördük ki Diyarbakır mutfağında ekşinin vazgeçilmez yeri var. Sulu et yemeklerinde bile temel tat sumak ekşisi. Limonun ya da sirkenin esamisi okunmuyor. Sebzeler ikinci planda. Ağırlık et, pirinç ve tahıllarda. Sebze etsiz yenmiyor. Tatlılarda ise ağırlık hamurişi. Süt ve meyveli tatlı neredeyse yok.