Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
Tablo gibi bir ülke
Geçen hafta Slovenya'nın kuzey bölgelerini anlattım. Bu hafta da, tabloya benzeyen bu ülkenin diğer bölgelerinden bahsedeceğim. Kuzeyindeki Alp Dağları, güneyindeki Adriyatik Denizi ile bu küçük ülke öylesine inanılmaz güzellikler sunuyor ki insan adeta büyüleniyor.
Slovenya küçük bir ülkeydi ama, misafirlerine sundukları çok heyecan vericiydi. Keşif gezisine çıkmadan önce broşürleri, tanıtım kitaplarını bir kez daha karıştırdım. Görüntüler büyüleyiciydi: Zirvesi karlı dağlar, kızıla boyanmış ormanlar, yamaçlarda üzüm bağları, dağ tepelerinde küçük şatolar, kiliseler... Arabayı çalıştırırken, mümkün olduğunca çok yeri görmeyi kararlaştırdım.
Kaldığım Bled kasabası, ülkenin en kuzeyindeydi. Güneydeki Adriyatik Kıyısına inmem tam iki saatimi aldı. Niyetim önce sınırı geçip, İtalya'nın Trieste kentinde dolaşmaktı. Sınır kapısındaki görevliye kimlik kartını gösteren Slovenler, sorgusuz sualsiz İtalya'ya girebiliyorlardı. Ben pasaportumu gösterince işler biraz karıştı. Niye geldin, nereye gidiyorsun, ne kadar kalacaksın, oto kiralama belgeleri yanında mı?... Ben soruları yanıtlarken, arkamdaki kuyruk da uzayıp gidiyordu. Bu durum sınırdan gidip gelenler için pek olağan değildi. Pasaport sorgusundan sonra, arabam bir kenara çekildi ve arama başladı. Yanımdan geçenler meraklı gözlerle beni süzüyorlardı. İtalya'ya gitme kararıma lanetler yağdırıyordum ama yapacak bir şey yoktu.
Slovenya'nın sakin ortamından sonra, Trieste bir kabus gibi göründü. Binlerce araba, motosiklet, kalabalıklar... Şöyle bir kaç tur attım. Ara sokaklarda kayboldum. Geldiğim yolu buluncaya kadar akla karayı seçtim. Tekrar Slovenya'ya girdiğimde, ülkeme dönmüşçesine sevindim.
ADRİYATİK KIYISI
Sınırı geçtikten sonra direksiyonu, Adriyatik kıyısına doğru çevirdim. Piran adındaki balıkçı köyüne vardığımda, kendimi Akdenizli bir yerleşim yerinde buldum. Kuruluş tarihi 1283 yılına dayanan bu tarihî kente girebilmek için 2 dolar ödedim. Balıkçı teknelerinin barındığı küçük limanı geçip sokaklara daldım. İki kişinin yanyana yürümekte zorlandığı daracık sokaklarda yürürken, kendimi Venedik'te zannetim. Burada da klostrofobik duygulara kapıldım. Yamaçları çevreleyen üzüm bağlarının arasındaki yoldan, köyü kuşbakışı gören tepedeki Aziz George Kilisesine tırmandım.
Çevre gezisini bitirdikten sonra, deniz kıyısında yanyana dizilmiş balık restoranlarından adı ‘Üç Dul’ olanına oturdum. Önden roka, tere, ahtapot üçlüsüyle yapılmış bir salata yedim. Daha sonra, biraz önce denizden çıkan sardalya balığını ızgaraya attırdım. Yemekle birlikte, köyün bağlarından damıtılmış serin bir beyaz şarap içtim. Yemek boyunca gözümü Adriyatik'in lacivert sularından alamadım. Karnımı doyurup, ruhumu dinlendirdikten sonra, ülkenin kıyısındaki köyleri geze geze (Portoroz, Fiesa, Belvedere, Izola, Koper) dönüş yolunu tuttum.
Kilometreleri iyi hesaplayamadığım için kaldığım Bled kasabasına kararlaştırdığımdan çok erken vardım. Arabayı bir kenara çekip haritayı tekrar inceledim. Broşürde okuduğum şu cümle ile gideceğim yere karar verdim: ‘Julien Alpleri en güzel Kranjska Gora'dan görünür...’ Ülkenin bu önemli kayak merkezi, İtalya ile Avusturya sınırında yer alıyordu. Her virajdan sonra başka bir manzarayla karşılaşıyordum. Alplerin bembeyaz zirveleri göz kamaştırıyordu. Neredeyse her yüz metrede bir duruyor, fotoğraf çekiyor sonra yoluma devam ediyordum. Çünkü açılar değiştikçe, dağların görünümü de değişiyordu. Bazen kırmızı damlı bir kilise, bazen bir şelale, bazen düşlerimi süsleyen yüksek çatılı köy evleri görüntüye giriyordu.
Kranjska Gora'ya girdiğimde, kendimi renk cümbüşü içinde buldum. Kayak yapmaya gelenler rengarenk kayak giysileri içinde, ana cadde üstünde gezinip duruyorlardı. Kayak pistleri neredeyse otelin kapısına kadar uzanıyordu. Yüzlerce kişi, telesiyejle yukarı çıkıyor, sonra yıldırım gibi aşağı iniyordu. Pistlere hakim bir kahveye oturup, kayakçıların şen çığlıklarını dinledim. Bir yandan karlı dağları seyrettim, bir yandan da dağ eteklerindeki ormanların baharda nasıl bir görünüm alacağını hayal etmeye çalıştım.
Bled'e döndüğümde hava kararmıştı. Yemek giysilerine bürünüp, bu kez başka bir lokantaya gittim. Önden erişteli et suyu çorbası, ardından içi patates ve kıyma ile doldurulmuş, mantı benzeri bir yemek (Idrija Zlikrofi) ısmarladım. Yemek faslını, Bohinj bölgesinin ünlü emantel peyniri ile sonlandırdım. Yemeğin yanında, garsonun çok övdüğü cabarnet sauvignon üzümünden damıtılmış Quercus marka şarabı içtim. İlk yudumda garsonun övgülerinde haklı olduğuna karar verdim.
GENÇ BAŞKENT
Ertesi gün rotamın üstünde, ülkenin en doğusu vardı. Sabah erkenden yola çıktım. İlk molayı Drava nehri kıyısındaki Ptuj kentinde verdim. Tarihî Romalılar dönemine kadar dayanan bu müze kentte, gördüğüm her şeye hayran kaldım. Kırmızı kiremitli damlarıyla Ptuj evlerini birer bibloya benzettim. Bu bölge yaz turistlerinin uğrak yeri olduğu için, bıçak gibi kesen soğukta, ıssız sokaklarda kimsesizliğin ve sessizliğin tadını çıkardım.
Daha sonra ülkenin ikinci büyük kenti Maribor'a gittim. Kenti anlatan kitapçıkta kalenin XII. yüzyılda yapıldığını, tarih boyu bölgenin en önemli kenti olduğunu okudum. Ve Türklerin (Osmanlı demiyor) işgali sırasında, bölgenin gelişmesinin sekteye uğradığını öğrendim. Eski Maribor'un orta Avrupayı andıran sokaklarında dolaştım. 200 yıllık şarap mahsenlerinde tadımlar yaptım.
Son günümü 1991 yılında başkent olan, 280.000 nüfuslu Ljubljana'da geçirdim. Rehberim Miro önce beni kentin ortasındaki kaleye çıkardı. Bütün kentin göründüğü kale burcundan, göstere göstere dünü ve bugünü anlattı. Daha sonra kentin merkezine inip, Vilayet Binasına gittik. Tarihî binanın girişini süsleyen büyük tablodaki eli palalı korkunç süvarilerin Osmanlı olduğunu belirtti. Oradan kentin kalbi diye nitelenen Preseren Meydanı'na götürdü. Üçlü Köprü'yü gösterdi.
Etraftaki şık mağazalara, birbirinden şirin kahvelere, publara bakılırsa Ljubljana oldukça dinamik bir kentti. Ayaklarıma karasular inince, Miro halime acıdı ve kentin en ünlü kahvesi Cajna Hisa'da mola verdi. Biraz dinlendikten sonra, kahvenin yakınlarındaki Vinotheque'e götürüp, ülkenin şarapları konusunda ayrıntılı bilgiler aktardı.
Öğle yemeği için ‘Ljubljanski Dvor’ adlı pizzacıyı önerdi. Mönüdeki 104 çeşit pizza arasından hangisini seçeceğime yardım etti. Üstü roka yaprakları ile kaplanmış özel bir pizza ısmarladı. Gezi yemekten sonra da devam etti. Aslında yürüyerek yapılacak 3-4 saatlik bir turla, kentin hemen hemen tüm önemli yerlerini görmek mümkündü. Zaten bütün görülecek yerler eski kentte toplanmıştı. Yeni kentte ise önemli bir mekán yoktu. Gece kalkan uçakta koltuğa oturduğumda, epey yorulduğumu fark ettim. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatınca, gördüğüm manzaralar gözümün önüne üşüştü. Dört gün boyunca tabloların içinde dolaşıp durmuştum. Uykuya dalmadan önce, bu kartpostal ülkenin başka mevsimlerini de yaşamaya karar verdim.
Slovenya her türlü spora kucak açmış. Bunların başında da nehirlerde kano yapmak geliyor.
Başkent Ljubljana, binaları, sokakları, mağazaları, kafe ve pubları ile tipik bir Orta Avrupa kenti.
Adriyatik sahilindeki Piran kenti tam bir Akdenizliydi. Daracık sokaklarıyla minik bir Venedik'i andırıyordu.
Kaldığım Bled kasabası, ülkenin en kuzeyindeydi. Güneydeki Adriyatik Kıyısına inmem tam iki saatimi aldı. Niyetim önce sınırı geçip, İtalya'nın Trieste kentinde dolaşmaktı. Sınır kapısındaki görevliye kimlik kartını gösteren Slovenler, sorgusuz sualsiz İtalya'ya girebiliyorlardı. Ben pasaportumu gösterince işler biraz karıştı. Niye geldin, nereye gidiyorsun, ne kadar kalacaksın, oto kiralama belgeleri yanında mı?... Ben soruları yanıtlarken, arkamdaki kuyruk da uzayıp gidiyordu. Bu durum sınırdan gidip gelenler için pek olağan değildi. Pasaport sorgusundan sonra, arabam bir kenara çekildi ve arama başladı. Yanımdan geçenler meraklı gözlerle beni süzüyorlardı. İtalya'ya gitme kararıma lanetler yağdırıyordum ama yapacak bir şey yoktu.
Slovenya'nın sakin ortamından sonra, Trieste bir kabus gibi göründü. Binlerce araba, motosiklet, kalabalıklar... Şöyle bir kaç tur attım. Ara sokaklarda kayboldum. Geldiğim yolu buluncaya kadar akla karayı seçtim. Tekrar Slovenya'ya girdiğimde, ülkeme dönmüşçesine sevindim.
ADRİYATİK KIYISI
Sınırı geçtikten sonra direksiyonu, Adriyatik kıyısına doğru çevirdim. Piran adındaki balıkçı köyüne vardığımda, kendimi Akdenizli bir yerleşim yerinde buldum. Kuruluş tarihi 1283 yılına dayanan bu tarihî kente girebilmek için 2 dolar ödedim. Balıkçı teknelerinin barındığı küçük limanı geçip sokaklara daldım. İki kişinin yanyana yürümekte zorlandığı daracık sokaklarda yürürken, kendimi Venedik'te zannetim. Burada da klostrofobik duygulara kapıldım. Yamaçları çevreleyen üzüm bağlarının arasındaki yoldan, köyü kuşbakışı gören tepedeki Aziz George Kilisesine tırmandım.
Çevre gezisini bitirdikten sonra, deniz kıyısında yanyana dizilmiş balık restoranlarından adı ‘Üç Dul’ olanına oturdum. Önden roka, tere, ahtapot üçlüsüyle yapılmış bir salata yedim. Daha sonra, biraz önce denizden çıkan sardalya balığını ızgaraya attırdım. Yemekle birlikte, köyün bağlarından damıtılmış serin bir beyaz şarap içtim. Yemek boyunca gözümü Adriyatik'in lacivert sularından alamadım. Karnımı doyurup, ruhumu dinlendirdikten sonra, ülkenin kıyısındaki köyleri geze geze (Portoroz, Fiesa, Belvedere, Izola, Koper) dönüş yolunu tuttum.
Kilometreleri iyi hesaplayamadığım için kaldığım Bled kasabasına kararlaştırdığımdan çok erken vardım. Arabayı bir kenara çekip haritayı tekrar inceledim. Broşürde okuduğum şu cümle ile gideceğim yere karar verdim: ‘Julien Alpleri en güzel Kranjska Gora'dan görünür...’ Ülkenin bu önemli kayak merkezi, İtalya ile Avusturya sınırında yer alıyordu. Her virajdan sonra başka bir manzarayla karşılaşıyordum. Alplerin bembeyaz zirveleri göz kamaştırıyordu. Neredeyse her yüz metrede bir duruyor, fotoğraf çekiyor sonra yoluma devam ediyordum. Çünkü açılar değiştikçe, dağların görünümü de değişiyordu. Bazen kırmızı damlı bir kilise, bazen bir şelale, bazen düşlerimi süsleyen yüksek çatılı köy evleri görüntüye giriyordu.
Kranjska Gora'ya girdiğimde, kendimi renk cümbüşü içinde buldum. Kayak yapmaya gelenler rengarenk kayak giysileri içinde, ana cadde üstünde gezinip duruyorlardı. Kayak pistleri neredeyse otelin kapısına kadar uzanıyordu. Yüzlerce kişi, telesiyejle yukarı çıkıyor, sonra yıldırım gibi aşağı iniyordu. Pistlere hakim bir kahveye oturup, kayakçıların şen çığlıklarını dinledim. Bir yandan karlı dağları seyrettim, bir yandan da dağ eteklerindeki ormanların baharda nasıl bir görünüm alacağını hayal etmeye çalıştım.
Bled'e döndüğümde hava kararmıştı. Yemek giysilerine bürünüp, bu kez başka bir lokantaya gittim. Önden erişteli et suyu çorbası, ardından içi patates ve kıyma ile doldurulmuş, mantı benzeri bir yemek (Idrija Zlikrofi) ısmarladım. Yemek faslını, Bohinj bölgesinin ünlü emantel peyniri ile sonlandırdım. Yemeğin yanında, garsonun çok övdüğü cabarnet sauvignon üzümünden damıtılmış Quercus marka şarabı içtim. İlk yudumda garsonun övgülerinde haklı olduğuna karar verdim.
GENÇ BAŞKENT
Ertesi gün rotamın üstünde, ülkenin en doğusu vardı. Sabah erkenden yola çıktım. İlk molayı Drava nehri kıyısındaki Ptuj kentinde verdim. Tarihî Romalılar dönemine kadar dayanan bu müze kentte, gördüğüm her şeye hayran kaldım. Kırmızı kiremitli damlarıyla Ptuj evlerini birer bibloya benzettim. Bu bölge yaz turistlerinin uğrak yeri olduğu için, bıçak gibi kesen soğukta, ıssız sokaklarda kimsesizliğin ve sessizliğin tadını çıkardım.
Daha sonra ülkenin ikinci büyük kenti Maribor'a gittim. Kenti anlatan kitapçıkta kalenin XII. yüzyılda yapıldığını, tarih boyu bölgenin en önemli kenti olduğunu okudum. Ve Türklerin (Osmanlı demiyor) işgali sırasında, bölgenin gelişmesinin sekteye uğradığını öğrendim. Eski Maribor'un orta Avrupayı andıran sokaklarında dolaştım. 200 yıllık şarap mahsenlerinde tadımlar yaptım.
Son günümü 1991 yılında başkent olan, 280.000 nüfuslu Ljubljana'da geçirdim. Rehberim Miro önce beni kentin ortasındaki kaleye çıkardı. Bütün kentin göründüğü kale burcundan, göstere göstere dünü ve bugünü anlattı. Daha sonra kentin merkezine inip, Vilayet Binasına gittik. Tarihî binanın girişini süsleyen büyük tablodaki eli palalı korkunç süvarilerin Osmanlı olduğunu belirtti. Oradan kentin kalbi diye nitelenen Preseren Meydanı'na götürdü. Üçlü Köprü'yü gösterdi.
Etraftaki şık mağazalara, birbirinden şirin kahvelere, publara bakılırsa Ljubljana oldukça dinamik bir kentti. Ayaklarıma karasular inince, Miro halime acıdı ve kentin en ünlü kahvesi Cajna Hisa'da mola verdi. Biraz dinlendikten sonra, kahvenin yakınlarındaki Vinotheque'e götürüp, ülkenin şarapları konusunda ayrıntılı bilgiler aktardı.
Öğle yemeği için ‘Ljubljanski Dvor’ adlı pizzacıyı önerdi. Mönüdeki 104 çeşit pizza arasından hangisini seçeceğime yardım etti. Üstü roka yaprakları ile kaplanmış özel bir pizza ısmarladı. Gezi yemekten sonra da devam etti. Aslında yürüyerek yapılacak 3-4 saatlik bir turla, kentin hemen hemen tüm önemli yerlerini görmek mümkündü. Zaten bütün görülecek yerler eski kentte toplanmıştı. Yeni kentte ise önemli bir mekán yoktu. Gece kalkan uçakta koltuğa oturduğumda, epey yorulduğumu fark ettim. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatınca, gördüğüm manzaralar gözümün önüne üşüştü. Dört gün boyunca tabloların içinde dolaşıp durmuştum. Uykuya dalmadan önce, bu kartpostal ülkenin başka mevsimlerini de yaşamaya karar verdim.
Slovenya her türlü spora kucak açmış. Bunların başında da nehirlerde kano yapmak geliyor.
Başkent Ljubljana, binaları, sokakları, mağazaları, kafe ve pubları ile tipik bir Orta Avrupa kenti.
Adriyatik sahilindeki Piran kenti tam bir Akdenizliydi. Daracık sokaklarıyla minik bir Venedik'i andırıyordu.