Survivor tatil
İnsanlar elektriksiz bir bungalovda kalmak için tutup Avustralya’dan, Peru’dan, Amerika’dan niçin Fethiye’ye gelir? Peki ya yerli otel zinciri sahibinin oğluna ne demeli?
Yok canım böyle dalga sesi olmaz. Olsa olsa deniz nefes alıyor… Akdeniz’in soluğuyla uyanıyorum. Etrafıma bakıp dün geceyi hatırlamaya çalışıyorum. Öylece put gibi yatmışım bütün gece. Bungalovumun yerini bulabilmem için verdikleri fener bile hâlâ koynumda. Ahşap iskeleti saz ve kumaşla kapatılmış bungalovun boşluklarından güneş sızıyor. Çatıdaki kuşların tepişmesine bakılırsa vadide gün çoktan başlamış…
Ama içilmeyecek gibi değildi ki be kardeşim… Ay ondördünde ve yıldızlar da misket oynayacak kadar yakındı. Vadi, sanki gündüzmüş gibi ışıl ışıldı…
Ateş… Evet, sahil ateşi yakılmıştı. Etrafında dans ederek türkü söylüyorduk ama niye türkü? Evet evet hatırladım: Şu kız-kıza gelen grup... Bekarlığa veda partisi için tekne kiralamışlar o tekneyle de vadiye gelmişlerdi. Onlara ‘Yüksek Yüksek Tepeler’i söyleyip gelin ağlatmıştık. Ya gerisi? Kayıp….
SABAHIN İLK İÇKİSİ
Doğruluyorum. Kıyafetlerimle yatmışım. Terliklerimi geçirdiğim gibi kahvaltı verilen kafeye doğru ilerliyorum. Bungalovu kilitlesem mi? Boşveer… Kim neyi çalacak? Çalsa nereye kaçacak? Yolu olmayan izi olmayan bir yerdeyiz.
Kafede millet çoktan masalara yayılmış kahvaltısını ediyor: Çay, reçel, tereyağı, peynir… Kahvaltı sade ama en lezzetlisinden… Günün ilk içkisini de kahvaltıda içiyorum zaten: Kadehe önce bol oksijen, sonra ağzına kadar iyot kokusu… İstanbul’da olsa ayılamayacağım gecenin sabahında turp gibiyim. Üstümde tuhaf bir Mustafa Topaloğlu’luk var. Acaba kahvaltıdan sonra şu ağaca mı tırmansam? Yoksa bünyeyi direkt çivi gibi sabah denizine mi gömsem?
AZI TÜRK, ÇOĞU YABANCI
İnsanlar? Peki geceki insanlar ne oldu? Hani 15 dakikada kaynaşmış, Ege’nin en iyi korosu olmuştuk?
Derken tek tek bizim tayfa da dökülmeye başlıyor. Kimi çadırından, kimi bungalovundan.
Azı Türk, çoğu yabancı. Singapur’dan, Avustralya’dan, Amerika’dan kalkıp bu elektriksiz duşsuz bungalovlarda tatil yapmak için buraya gelen var. Kimi profesör kimi felsefeci… Hadi ecnebi zıpırlığını anladık. Peki babası otel zinciri sahibi olan şu Etiler fırlamasının burada işi ne? Elektrik yok… Yol yok… Ya dağları aşıp dik bir patikadan geleceksiniz yahut günde iki-üç kez işleyen tekneleri bekleyeceksiniz. Yandım Allah desen, en yakın hemşire bile iki saat mesafede.
İKİ YAN DAĞ, ÖNÜ DENİZ
İnsan böyle bir yeri niye sever ve üç yıldızlı otel parası ödeyip şu ilkel barakalarda kalır ki? Ben galiba biliyorum; dilim döndüğünce izah etmeye çalışayım…
Kelebekler Vadisi öteden beri Türkiye’ye yolu düşen hippie’lerle alternatif tatil sevenlerin gözdesi. Mükemmel bir topografyası var. Denize üçgen şeklinde açılan iki dağın arasında. Arkada dağların kavuştuğu yerden bir şelale akıyor ve burası vadiye adını veren Kaplan Kelebekleri için önemli bir habitat. Çevrenden bu izole hali, yolu olmayışı ve imara kapalı olması, vadiyi bugünlere kadar getirebilmiş. Bina yapılamadığı için çadır ve bungalovlar var, böylece betonlaşma olmamış. Elektrik jeneratörle sağlanıyor ve ancak mutfak, bar ve kamp merkezini aydınlatmaya yetiyor.
KİM TATİLDE KİM İŞÇİ
Duş ve tuvaletler gibi hayatın geri kalan kısmı da ortak. Karavanadan açık büfe yemek yiyorsunuz. Zırt pırt bittiği için sürekli sigara alışverişi yapıyorsunuz. Televizyon-radyo olmadığı, zaten olsa da kimse rağbet etmeyeceği için bol bol muhabbet edip kolayca sosyalleşiyorsunuz. Kimi reklamcı kimi öğrenci ama herkesin anlatacak/olmasa da uyduracak farklı bir hikayesi var. Görüşler, tavırlar muhtelif ama tek bir resmi ideoloji var: Çevrecilik. Öyle ki gittiğiniz ikinci saatten itibaren, kendinizi yerden günübirlik ziyaretçilerin attığı izmaritleri yerden toplarken yakalıyorsunuz. Etraftakilerden kim personel kim müşteri, anlamak mümkün değil. Burada bedava kalabilmek için vadi gönüllüsü olanların yanı sıra, galiba iki-üç kereden fazla gelen ‘personel’ ünvanı kazanıyor. Vadi sakinlerini bara geçmiş içki dağıtırken, yeni gelenleri karşılarken görebiliyorsunuz.
AŞIK KIZIN ÇIĞLIKLARI
Vadinin efsanesi, hikâyesi bol. Rivayet o ki burada eskiden bir Rum köyü varmış. Koya bir gün bir gemi yanaşmış ve o gemideki bir denizciyle köydeki genç bir kız birbirlerine aşık olmuş. Fakat birkaç gün sonra geminin hareketiyle ayrılık vakti gelmiş çatmış. Denizci bir gün mutlaka geri dönüp onu alma sözüyle sevgilisinden ayrılmış. Gel zaman git zaman kızın denizciden bir çocuğu olmuş ve köylüler onu dışlamış. Genç kız, çocuğuyla birlikte köyün kilisesine sığınmış. Bir gün köylüler havanın durumundan, çok büyük bir tufanın gelmekte olduğunu anlamışlar. Herkes köyü terkedip dağlara sığınmış. Bir tek kilisede sevgilisinin dönmesini bekleyen genç kız ve çocuğu hariç. Kız “sevgilim gelirse beni bulamaz” diyerek köyü de kiliseyi de terketmeyi reddetmiş. Fırtına kopmuş, sahile vuran dev dalgalar bütün vadiyi ve evleri sular altında bırakmış. Ne varsa dümdüz etmiş. Bugün vadide tek bir taş yapı var. İşte o taş evin genç kızın sığındığı kilise olduğu anlatılıyor. Bazı geceler sevgilisini bekleyen kızın fırtınadaki çığlıklarını duyduğunu iddia edenler de cabası.