Sonbaharın rengârenk tuvalinde Batı Karadeniz sahilleri
Her mevsimin bir güzelliği vardır ama sonbahar renkleriyle insanı büyüler.
Mehmet YAŞİN
Ağaçlar en renkli elbiselerini giyer, renkli yapraklarla kaplanan toprak renkli bir kilim gibi görünür. Doğaya dinginlik çöker, bacalardan yükselen beyaz duman çevreye odun kokusu salar. İşte bu anda renkli rotalarda dolaşmak insana bir ressamın tuvalinde ya da kartpostalın içinde geziniyor duygusu verir. Bu hafta size Batı Karadeniz’de yaptığım rengarenk yolculuğu anlatmaya çalışacağım.
Bazı rotalar vardır ki, mevsiminde gitmek gerekir. Gezginler o yollardan geçerken, kendini bir kartpostalın içinde yolculuk ediyormuş gibi hisseder. Doğadaki görüntüler büyüleyicidir. İnsanın canı hiç geri dönmek istemez.
Geçen hafta işte böylesine güzel bir rota izledim: İstanbul, Düzce, Bolu, Gerede, Karabük, Kastamonu... Sonra, karşıma çıkan Küre Dağları ile beraber masal da başladı. Bu masal, “Binbir Gece Masalları”na benzer. Hiç bitmez. Her seferinde ayrı bir zevk verir. Küre Dağları’ndaki kaçıncı yolculuğum olduğunu unuttum. İlk kez, 15 yıl önce Atlas Dergisi için Valla Kanyonu’na giderken bu masalın içine düşmüştüm. Sonra bir daha çıkamadım. O günden beri her fırsatta soluğu bu dağlarda, geçit vermeyen ormanlarda aldım. Her mevsimini yakından izledim. Her mevsimine aşık oldum. Ama sonbahar görüntülerine yüreğimin baş köşesini ayırdım.
Geçen hafta dağın kıvrımlı yollarında ilerlerken, sevgiliye kavuşmuş bir aşık gibi heyecanlıydım yine. Ağaçlar, sanki geleceğimi biliyormuş gibi rengarenk elbiselerini giymişti. Mersin, kestane, kocayemiş, kızılçam, göknar, kayın, akağaç, kavak... Hepsi ayrı bir renge boyanmıştı. Sarılar, yeşiller, kırmızılar, turuncular, vişne çürükleri güneşin ışıklarıyla oynaşırken, açıklı koyulu tonlara bürünüyorlardı. Bu rengarenk ormana karasevdalı olduğumu bir kez daha anladım.
ODUN KOKULU DAĞLAR
Bu mevsimde akşam erkenden geliyor. Alacakaranlık yanında ayazı da sürüklüyor. İşte o alacakaranlıkta, evlerin bacalarından yükselen beyaz dumanlar, görüntüyü daha da masalsı kılıyor. Dumanları gördüğünüzde otomobilin penceresini açıp, havayı koklamanızı öneririm. Çünkü bütün dağı odun kokusu sarar. Eğer çocukluğunuz sobalı bir evde geçmişse, bu koku sizi geçmişinize sürükler.
Küre kasabasından geçerken aklıma çok önceleri seyrettiğim, bu yörede “kayık yarışı” denen kızak yarışları geldi. Olimpiyatlarda izlediğimiz yarışların aynısı, bu bölgede tam 500 yıldan beri yapılıyordu. Yaban eriği ağacından yapılan tek kişilik kızak, bir gece önceden su dökülerek buz haline getirilen pistte, saatte 65 kilometre hıza ulaşıyordu. Kim daha uzağa kayarsa yarışı o kazanıyordu.
Küre kasabasını geçtikten sonra, önce ağaçlar görünmez oldu; yamaçlardaki evlerin pencerelerinden cılız ışıklar parladı. Karanlık tüm sessizliğiyle Küre Dağları’nın üstüne çöktü. Bir süre sonra uzaklardan İnebolu’nun ışıkları göz kırpmaya başladı.
Gezideki ilk durağım, dağlarla deniz arasına sıkışmış bu “kahraman” kasaba olacaktı. Oraya vardığımda, İnebolu uykuyla kucaklaşıyordu. Ben de deniz kıyısındaki otelde, Karadeniz’in ninnisiyle uykuya daldım. Rüyamda, sağa sola savrulan renkli yaprakları gördüm. Onları ormanda uçuşan binlerce kelebeğe benzettim. Sonra azgın dalgalarla boğuşan kayıkçıları kürek çekerken gördüm.
KIVRIM KIVRIM BİR YOL
İnebolu’dan sonra kıyıdan yola devam ettim. Eğer yola çıkmadan birilerine “yol nasıl” diye sorarsanız, alacağınız yanıt sizi korkutur. Aldırmayın. Bu yol virajlıdır ama size yaşamınız boyunca unutamayacağınız manzaralar sunar. Solunuzdaki tepeler rengarenk ormanlarla kaplıdır, sağınızda ise lacivert bir deniz sonsuza doğru uzanır. Yola çıkma amacınız zaten bu güzellikleri yudumlamak değil mi? Aceleniz de yok. Ne bekleyeniniz var, ne de yetişmeniz gereken bir randevunuz. Onun için bu yolun tadını çıkartın.
3-4 saat süren bu yolda önüme önce Cide çıktı. Bu yemyeşil kasaba beni sımsıcak sarıp sarmaladı. Kıyıdaki doğal plaj, yaz düşleri görmeme neden oldu. Buradan geçip gitmeden, kasabanın içine girip sevdiklerime birer sarı yazma almayı ihmal etmedim.
Cide’den sonra yol, yine ağaçların arasında kıvrım kıvrım ilerdi. Bu yolun her mevsim güzel olduğunu biliyordum. Kış başında asfalt, ağaçlardan dökülen yapraklar yüzünden renkli bir kilime benzer. Yazın ise yemyeşil bir tüneli andırır. Hava, ıslak çimen, ağaç, duman, çürümüş yaprak, çiğ, yosun ve iyot kokar. Yani nefes aldığınızda tüm doğayı ciğerlerinizde hissedebilirsiniz. Sık ağaçların arasından Karadeniz’i görürsünüz ama yanına inemezsiniz. Çünkü Karadeniz, sahillerini göstermekte biraz cimridir. Onun için ıtırlı tepeleri aşıp, güzelim sahillere inecek yol bulamadım.
Karadeniz, Gideros’ta insafa gelip, güzelliğini gözler önüne serdi. Burası denizden görünmeyen, havuz benzeri bir koydu. Kıyısındaki kahvelerde oturup, bir çay içimi sürede, buraya sığınan korsanları düşlerken bile heyecanlandım. Ben düş kurarken, yeşil başlı ördekler sakin suları yararak karşı kıyıya gidiyorlardı. Ağaçlar ise su üstündeki yansımalarına bakıp, güzelliklerini seyre dalmışlardı.
CENNET AMASRA
Yola devam ettim. Bu kez karşıma Kurucaşile çıktı. Son gördüğümde küçük bir köy kadardı, şimdi gelişmiş, serpilmiş, koca bir kasaba olmuştu. Burada Türkiye’nin en dayanıklı tekneleri yapılıyordu. Yıllar boyu ben de bura yapımı küçük bir teknenin sahibi olma hayalini kurmuş, ama bunu bir türlü gerçekleştirememiştim.
Çakraz Koyu, Bozköyaltı derken, Bakacak Tepesi’nden Amasra göründü. Tarih kitapları doğru söylüyorsa, Fatih Sultan Mehmet Amasra’yı önce bu tepeden görmüş ve yanındaki lalasına, “Lala, lala, cennet dediğin burası mı ola” diye kafiyeli bir soru sormuştu. Gerçekten de Amasra bu tepeden cennet gibi görünüyordu.
Amasra yabancım değildi. Kimi zaman tatile, kimi zaman yazı yazmaya, kimi zaman televizyon için çekime gelmiştim. Karadeniz kıyılarındaki gözdelerimden birisiydi burası. Deniz isterseniz en temizi, doğa isterseniz en yeşili, tarih isterseniz, ondan bol başka bir şey yoktu Amasra’da.
Sekiz katlı salatanın eşlik ettiği tavada balık ziyafetinden sonra Batı Karadeniz kıyılarındaki gezimi noktaladım. Ertesi gün Bartın’dan geçip, Çaycuma, Devrek, Mengen üstünden Bolu’ya indim. Bu yolu tercih etmemim nedeni, ağaçlarla olan randevumdu. Ormanlar süslenmiş, püslenmiş beni bekliyorlardı. O kadar güzel görüntüler sunuyordu ki, her viraj sonrasında durup, onlarla hatıra fotoğrafı çektiriyordum.
Hiç dönmek istemedim. Ama bir başka yolculuğa başlamak için tekrar başa dönmek zorundaydım.
Bu rüya rotayı size de öneriyorum. Geç kalmış sayılmazsınız çünkü bu yollar size her mevsimde bir başka güzelliğini sunacaktır emin olun.
İNEBOLU
Kahraman kayıkçılar cephane taşıdı şapka devrimi bu kasabada başladı
İnebolu’yu dolaşırken, kasabayı kendini göstermeyi istemeyen, çekingen, utangaç yaşlı bir yiğide benzettim. Aslında kasabada geçmişten pek iz kalmamıştı. Çirkin apartmanların arasına sıkışmış, vişne çürüğü boyalı, cumbalı, üç katlı eski ahşap evler de olmasa, insan İnebolu’nun geçmişini düşlemekte zorlanırdı. Örneğin, rüyama giren kayıkçıları kim, nasıl hatırlardı acaba. Geçmişte, “Orada vapur batar, kayık batmaz” diye ünlenmişti İnebolu. Çünkü o dönemin kayıkçıları, dev dalgalara aldırmadan denize açılır, yük götürür, yük getirirdi. Kayıkların dümenini tutanların bileği tunçtan, kürekçilerinin pençeleri çeliktendi adeta. Seferden sonra tüm kasabayı “heyamola” çekerek inletir, “heyemola” oynayarak titretirlerdi.
İnebolulu kayıkçılar bu kadar yiğit olmasa, kasaba açlıktan kırılırdı. Çünkü kuzeyden kopan rüzgar önüne kattığı dalgaları buraya sürüklerdi. Karaya vuran dalga geri çekilirken, arkadan gelenle çarpışır ve dalgalar yarılırdı. İşte bu yarık dalga, denizcilerin korkulu rüyasıydı. Gemiler limana yaklaşamaz, kayıkçılar ölümüne yükü boşaltırlardı.
İnebolu bu kahraman kayıkçıları ile övünmekte çok haklıydı. Çünkü gemilerle buraya gelen cephaneleri, kayıkçılar karaya taşımış, oradan da kağnılarla cepheye gönderilmişti. Kurtuluş Savaşı, işte bu cephaneler sayesinde kazanılmıştı. Bu olaylardan birine şahit olan yazar İsmail Habib Sevük, 1921 yılının haziran ayında, Sovyetlerden silah getiren “Ümit” vapurunun boşaltılmasını şöyle anlatmıştı:
“Yunan gemileri gelmeden yükü boşaltmak gerekti. Bütün sandallar vapura üşüştü. Kimse iskelenin inmesini beklemedi. Sekiz, on metrelik kancalarını güverte parmaklığına iliştiren deniz çocukları, kancaların sırıklarından sansar gibi tırmanıp, birer cambaz gibi vapura atıldılar. Dolan kayıkların karaya doğru yarışını görmeliydiniz. Kürekler pervane gibi işliyordu. Yükünü boşaltan tekrar vapura koşuyordu.”
Türkiye Büyük Millet Meclisi, İnebolulu kayıkçılara daha sonra İstiklal Madalyası verdi.
Bugün o kayıkçıları ararsanız bulmazsınız. Çünkü kayıklar artık yok. Modern çağın araçları onları da yok etti. Geride ise gururla anlatılan hikayeleri kaldı.
BUNA ŞAPKA DERLER
Eğer geçmişle ilgili bilginiz yoksa, İnebolu’nun dar sokakları size bir şey söylemez. Örneğin, tarihi Halkevi binasının önünden geçerken sadece, “ne kadar güzel restore edilmiş” demekle yetinirsiniz. Ama, Türk halkının festen şapkaya bu binada geçtiğini bilirseniz, durup uzun uzun düşünürsünüz. O günlerin tanığı İsmail Habib Sevük, tarihi anı şöyle tarif etmişti bir yazısında: “Şu karşıdaki büyük binanın büyük salonu, o kadar kalabalık ki, oturacak değil, ayakta duracak yer yok. Pencerelerin içleri bile dolmuş. Şef önündeki kalabalığa bakıyor: Abani sarık, yeşil sarık, kurşuni kalpak, vişne çürüğü fes, yassı kalıp, sivri kalıp, kalın püskül, kopuk püskül... Nedir bu, bir karnaval kalabalığı mı? Şef elindeki Panamayı kalabalığa doğru sallayarak bağırıyor: Bunun adına şapka derler!..”
İşte o an, Türk halkı İnebolu’da şapka ile tanışıyordu.
Eğer Manastır Tepesi’ne çıkarsanız, kendisini göstermeyi pek sevmeyen İnebolu’yu ayan beyan görürsünüz. Sırtını rengarenk ormanlara dayamış, yüzünü lacivert Karadeniz’e dönmüş olan bu kahraman kasaba, belki kuş bakışı görüntüsüyle sizi sarıp sarmayabilir, kendisine aşık etmek için her cilveye başvurabilir. Bu kararı verebilmeniz için İnebolu’ya gitmeniz, elmasından, mantarından, helvasından, güvecinden, asırlık dönerinden, tavada nar gibi kızarmış mezgitinden, hamsisinden, pekmezli simidinden, ortası delik pidesinden yemeniz, soğuk suyundan içmeniz gerekir.
DAMAK ROTASI
Batı Karadeniz, göze olduğu kadar damağa da hitap ediyor. Yörenin yemekleri gerçekten de unutulmaz lezzetler sunuyor. Eğer İnebolu’ya giderseniz bir sabah kahvaltınızı yörenin ünlü güveci ile yapmanızı öneririm. Kayıkçılar ve orman işçileri zamanından kalma adet hâlâ sürüyor. Yağlı dana eti, soğan, sarımsak, domatesle yapılan, sekiz saate yakın odun fırınında kalan güveç gerçekten de damakta unutulmaz tatlar bırakıyor. Hele yanında fırından yeni çıkmış ortası delikli pide varsa bu güveci yemeye doyum olmuyor. Etin suyunu çeken pide insanın aklını başından alıyor.
Eğer güveç ağır gelir derseniz, İnebolu’nun pekmez suyuna batırılarak yapılan simiti ile çayınızı yudumlayabilirsiniz. Hele bu simit fırından yeni çıkmışsa yemeye doyamazsınız.
İnebolu’nun unutulmaz lezzetlerinden biri de döneri. 150 yıllık “Tarihi İnebolu Dönercisi”nde büyük gizlilik içinde hazırlanan ve odun ateşinde kızaran dönerin lezzetini anlatacak kelimeler sanırım henüz yazılmadı. Dönerle birlikte tereyağlı pilavı da yemenizi öneririm.
İlçenin çekme helvası ile tahin helvası da dillere destan. Yaklaşık 100 yıldan beri yapılan bu helvaları eğer sıcak sıcak yeme şansını elde edebilirseniz, damağınızın çatır çatır çatladığını hissedebilirsiniz.
Amasra’da ise şimdi hamsi ve mezgit zamanıdır. Burada balığın tadı tavada çıkar. Mısır ununa bulanan balıklar, özel kızartma yöntemi ile inanılmaz bir lezzete dönüşürler. Amasra’nın bir de salatası meşhurdur. Mevsimine göre 6-8 katlı olan bu salatalarda tüm yeşillikleri bulmak mümkündür. Bu salatalar hem çok süslü hem de çok lezzetlidir. Balığın üstüne tatlı yemeden hiç olur mu? Katı manda yoğurdunun üstüne dökülen baldan oluşan tatlı, hem çok hafif hem de çok lezzetlidir. Özetlersek, Batı Karadeniz hem göze hem de damaklara ziyafet çeker.