Şimdi yazma zamanı
İzin verirseniz, önce şu cebimdeki minik deftere düştüğüm notları aktarmak istiyorum size, unutmadan. Birbiriyle ilgisi olmayan, küçük notlarımı...
ALITALIA İLE UÇACAKSAN...
İtalyan Havayolları ile uçacaksan, önce iyi İtalyanca öğreneceksin. Bir defa anons yaparken o kadar hızlı konuşuyorlar ki, az buçuk İtalyancanla anlaman mümkün değil. İngilizce anonsları anlamak için de İtalyanca bilmek lazım, o kadar korkunç bir İtalyan aksanı...
İkincisi, Alitalia ile uçacaksan, yiyecek içeceğini ve yastığını da yanında getireceksin. Galiba işleri pek iyi gitmiyor, yiyecek-içecek servisini fena halde şişiriyorlar. Uyumak için yastık istersen de acele etmen gerekiyor, koskoca A320 Airbus’ta ... 3 tane yastık var!
‘BIG TURKCELL’ IS WATCHING YOU!
Fransa’ya ayak basıp da cep telefonunu açınca ‘Fransa’ya hoş geldiniz. Türk Büyükelçiliğinin telefonu ..... Turkcell’ diye bir mesajla karşılaşmak hem iyi, hem kötü. ‘Artık bizim elçiliklerimiz suratsız devlet daireleri olmaktan çıktı, vatandaşa hizmet eder hale geldi demek ki...’ diye böbürleniyorsunuz biraz. Kendinizi daha bir emniyette hissediyorsunuz muhakkak. Ama biraz da ‘nereye gitseniz izleniyormuşsunuz’ paniğine kapılıyorsunuz. Hafif bir ‘Big Brother’ tadı yani...
İŞLERİNE GELMEZ AMA...
Söz cep telefonundan açılmışken, GSM operatörleri nereye gittiğimizi, nerede olduğumuzu böyle 1984 tadında izlediğine göre – maddî açıdan işlerine gelmez tabii ama – yurt dışındayken bizi cepten arayanlara ‘ARADIĞIMIZ ABONE ŞU ANDA YURT DIŞINDA, YİNE DE GÖRÜŞMEK İSTİYOR MUSUNUZ’ diye bir anons yapsa da... mâlum yurt dışındayken aranınca iki tarafa da kazık giriyor, arayanın yüzüne kapatmaktan, yahut da açıp hızlı hızlı ‘Yurt dışındayım çabuk konuş’ demek ayıbından kurtulsak. (Tabii kimi telefonlar var ki, reddedemeyeceğiniz, kazığı sineye çekiyorsunuz ciğeriniz yanarak.)
SATILIK ABONELER!
Bu arada, konuyu kapatırken, Türkcell’e bir soracağım daha var: Nasıl oluyor da bana, ‘Sayın Zeynep ... doğum gününüz kutlu olsun. Finansbank’ diye bir mesaj gelebiliyor? Kız kardeşimin doğum gününde, benim cep telefonuma? Niye böyle bir yanlışlık yapıyorsunuz diye sormuyorum, olabilir. İki aboneniz arasındaki aile bağını NİYE takip ediyorsunuz? Bu bilgileri bir bankaya NİYE satıyorsunuz? diye soruyorum.
YAPANIN DA, YAPTIRANIN DA ALLAH BELASINI VERSİN!
Neyse, iki satır da buralardan (*) söz edeyim size. Akdeniz kıyısındayım. Otelde, tatil köyünde değil ama denize iki yüz metre mesafede. Gâvurun memleketinde, şehrin ortasında plaj var ve deniz tertemiz. Buralarda da köyden büyük şehre göçmüş insanlar yaşıyor fakir konutlarda, ama onlar denizin içine etmiyorlar kelimenin gerçek ve mecazî anlamında. Şehre giderken 10-12 metre genişliğinde bir akarsuyun üzerinden geçiyorum, denize dökülen küçük bir dere. İçme suyu gibi berrak. Çocuklar yüzüyor ve kano yapıyorlar. Bir de bizim gazetenin önünden geçen petrol mavisi renginde, mazot kıvamında, naylon torbalarla yüklü Ayamama Deresi’ni, yahut bok kokusundan yanına yaklaşamadığınız Ortaköy Deresi’ni düşünüyorum da... Allah kirletenlerin ve buna göz yumanların bir kere daha belasını versin!
AMA İŞİN BİR ‘AKDENİZLİLİK’ YANI DA VAR...
Bir zamanlar Yenilevent-OYAK’taki askerî lojmanlara takmıştım hatırlarsanız. Lojmandan çıkanların, anayoldan geçenlere geçiş üstünlüğü vardı, sırf asker oldukları için. Neyse bu rezalet düzeltildi sonradan... Ama insan her yerde insan. Para her yerde tanrı! Fransa’da trafik – bize nazaran - çok düzenlidir ve insanlar kurallara uyar. Yoksa oyarlar zaten! Bizden farklı olarak, trafikte ‘sağdan gelenin geçiş üstünlüğü’ vardır burada. Eğer bir kavşakta aksi uygulanıyorsa, yani geçiş üstünlüğü sağdan gelene ait değilse, kırmızı-beyaz üçgen bir levhayla, ‘Yol verin’ yahut ‘Geçiş üstünlüğünüz yok’ diyen bir panoyla olmadı, yere, tam kavşağa çizilen kalın bir çizgiyle sürücüler uyarılır. Bizim eve birkaç yüz metre ötedeki bir kavşakta kural değişmiş ben görmeleyi. Bu kavşakta, sahil yolunun, yani koskoca ana yolun geçiş üstünlüğü elinden alınmış, inanmayacaksınız ama bir ... yelken kulübünden çıkan araçlara geçiş hakkı tanınmış. Yani iki şeritli koskoca sahil yolunda frene basıp durmanız ve kıçında yelkenlisiyle kulübüpten çıkan bemevelere, mersedeslere yol vermeniz gerekiyor. Hasılı medenî zannettiğimiz Fransa’da da parası olanın geçiş üstünlüğü var.
SICAK! MÜTHİŞ SICAK...
Yazarınız güneşi ve sıcağı ne kadar sever (!) bilirsiniz. Diyeceksiniz ki sen de İsveç’ten, İzlanda’dan gelin alsaydın. Doğru! Saat 10’la akşam 17 arasında sokağa çıkmak ölüm. Allah’tan deniz iki adım ötede. Çok tuzlu da olsa, açıktan esen rüzgârla serin, nefis. Gündüz ‘Yusuuufçuk, yusuuufçuk’ diye ağlayan kumru (kumrudur değil mi o?) bana çocukluğumun Yeşilköy’ünü, gece geç saatlere kadar cırcır eden böcekler de Değirmendere’yi hatırlatıyor. Hüzünleniyorum.
OKUYORUM BOL BOL...
Ben de, bir gölge bulup kitaplarımı okuyorum serinliğe kadar. Dediklerimden, Libyalı yazar İbrahim El Koni’nin ‘Poussière d’Or’unu anca bitirdim. (‘Altın Tozu’ tuhaf bir kitap. Büyük Sahralı genç bir Tuareg’in bir deve için hayatını nasıl mahvettiğini anlatıyor.) Şimdi elimde İsrailli yazar Yahoşua Kenaz’ın ‘Retour des Amours Perdues’sü var. (‘Kayıp Aşkların Dönüşü’. Bu da bir başka tuhaf roman. Tel-Aviv’deki bir apartmanda yaşayanları anlatıyor.) Kitapçılara girmeye korkuyorum. Toys R Us’a girmiş bir çocuk gibi gözüm dönüyor, hepsini almak, hepsini okumak istiyorum, bedbaht oluyorum.
AZ KALDI BENDEN KURTULUYORDUNUZ!
Bu arada loto oynadım bir kolon. Cumartesi günü iki çekiliş vardı. Büyük ikramiye 5 milyon Avro kadardı. ‘Eğer 5 milyon çıkarsa, belki de artık yazmam!’ diyordum sağda solda... Kazanan rakamlara daha bakmadım. Yani milyonda bir de olsa, benden kurtulma ihtimaliniz hâlâ var! (Şu anda bu yazıyı okuyorsanız eğer, bana lotodan yine DIT çıktı demektir! J)
(*) Hangi şehirde, nerede olduğumu açık etmek istemiyorum. Paparazzi’den kortuğum için. Niçin, bir başka yazıda anlatırım, fırsat olursa...