GeriSeyahat Sıklamen mevsimi Likya Yolu’nda
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Sıklamen mevsimi Likya Yolu’nda

Sıklamen mevsimi Likya Yolu’nda

Fethiye sahilindeki ormanlar, eylül sonunda gelen yağışlarla ikinci baharı yaşar. Ölüdeniz ve Kelebekler Vadisi’nin ötesindeki ıssız koylarda, tepelerde yazın kavurucu sıcakları boyunca kayaların, kuru çam yapraklarının altına saklanan sıklamen ve adasoğanları patlar. İki hafta sürecek eflatun günler başlar. Geçen yıl Kabak, Cennet koyları ve Alınca arasında çıktığım dört günlük keşif gezisi işte tam bu döneme rastladı. Gördüklerim unutulmazdı…

Gökyüzünde sessiz ve kanatsız mavi tur

Ölüdeniz’den Kabak Koyu’na kalkacak minibüse yarım saat vardı. Sahildeki durakta beklerken gökyüzünden gelen bir çığlık sesiyle irkildim. Başımı kaldırdım. Rengarenk yamaç paraşütleri geçiyordu üstümüzden. Pilot eşliğinde uçuşa çıkan turist grupları denize doğru alçalıp, sırayla yanımızdaki kaldırıma iniyordu. Bazılarının pilotları inişten önce yolcusunu heyecanlandırmak için, havada akrobasi yapıyordu. Şeytan dürttü, durağın karşısındaki acenteye gittim. 30 dakikalık uçuşun fiyatını görünce irkildim: 60 pound, yani 140 TL! Fakat şeytan dürtmüştü bir kez. 15 dakika sonra Babadağ’a tırmanan açık kamyonetteydim. Ölüdeniz Kıdrak Tabiat Parkı’nın toprak yoluna girdik. Hoplayıp zıplayarak Babadağ’ın 1700 metredeki yamaç paraşütü atlama noktasına tırmanmaya başladık. Yüksekteki ormanlar Harry Potter filmlerini andırıyordu: Göknarlar rüzgarın şiddetiyle şekilden şekile girmiş, gövdeleri küf kaplanmıştı. Kıyıda 30 dereceyi bulan öğle sıcağı geride kalmış, yerini püfür püfür serinliğe bırakmıştı. Sadece bu ağaçları, manzarayı seyretmek için Babadağ’a çıkmaya değerdi.
Paraşütü kuşandık, pilot arkada, ben önde yamaç aşağıya koşmaya başladık. 20 metre sonra havalanmıştık. “Akrobasi, heyecan istemiyorum. Yükselip mümkün olduğunca uzun bir uçuş yapalım, panoramik manzarayı merak ettiğim için buradayım” dedim pilota. Termal akımın tam içindeydik, burgular çizerek yükselip birkaç dakikada zirvenin üstüne çıktık. Aşağıdaki pistte havalanmak için bekleyenler parmak kadar kalmıştı. Denize doğru süzülmeye başladık. Kulaklarımda rüzgar sesi, önümde göz alıcı lacivert deniz, altımda dağlar vardı. Müthiş bir manzaranın ortasında, havada asılmış gibiydim. Solumda Yedi Burunlar, Kabak Koyu’nu, yemyeşil ormanları görüyordum. Sağımda ise Ölüdeniz’i. Önce denize doğru uçtuk, sonra dönüp kıyıya paralel rotada Ölüdeniz’e yöneldik. Pilotum Erzincanlıydı. 15 yıl önce, dönemin valisi Recep Yazıcıoğlu’yla Munzur Dağı’na çıkışımızı, yoldaki sohbetimizi, ilde yamaç paraşütünü yaygınlaştırma hayali üzerine söylediklerini anlattım. “Ben onun açtığı kulüpten yetişen gençlerden biriyim, buradaki en tecrübeli pilotlar Erzincan’daki kurstan yetişenler” dedi…
40 dakikalık turumuz, minibüs durağının yanında sona erdi. Tadı damağımda kalmıştı. Çantamı kapıp, Kabak Koyu’na kalkan günün son minibüsüne zor yetiştim…

Kırık kürekle Cennet’in yolunda

Ölüdeniz’den ayrılan Kabak minibüsü kıyıya paralel yükselen yoldan, boz tepelere tırmandı. Sahildeki yelkenliler küçüldü. Yamaç paraşütüyle süzülürmüşçesine koyları aşıp Kelebekler Vadisi’nin soluk kesici uçurumuna ulaştık. Görkemli vadinin dibi tek noktadan görülüyordu. Şoför bu noktada yavaşlayıp, araçtaki yabancılara sahili gösterdi. Denizi kuş bakışı seyrederek Faralya Köyü’ne, ardından Kabak Koyu’nun üstündeki küçük yerleşime geldik. 15 kilometrelik yol, yaklaşık 50 dakika sürmüştü. Google Earth’ten gördüğüm kadarıyla, 200 metre aşağıdaki sahile ulaşmak için yaklaşık 1,5 kilometrelik patikayı yürüyecektik. Kıyıdaki kampinglerden birinde kalmak, denize yakın olmak istiyordum. Fakat tepedeki küçük, sevimli tahta kulübeleri görünce fikrimi değiştirdim. Manzaraları müthişti. Günde iki kez bu yokuşu çıkmayı göze alıp, yüksek direklerin üstüne kondurulan çam kokulu bir kulübeye yerleştim.

TROPİKAL ADALARI ANDIRIYOR

Ve hemen havlumu, mayomu alıp sahile indim. Zeytinliklerden, bahçelerden geçen patika, aşağıdaki kampinglerin arasından dolanıp, kumsala varıyordu. Altı kamping vardı bu küçük koyda. Çamların, yaşlı zeytin ağaçlarının gölgesindeki tahta bungalov ve çadırlarda konaklanıyordu. Şehir yorgunları bu kampinglerde yoga, meditasyon dersleri alıyor, akşamları ateş başında doğaçlama müzik yapıyordu. Bar, restoran, bakkal, kafe dahil ne ararsanız vardı. Aslında Kabak Koyu, sandığım kadar bakir, erişilmez değildi. Traktörlerin, ciplerin kullanabildiği toprak yol ve elektrik sahile kadar ulaşıyordu. Birinci derece sit alanıydı ama, inşaatı durdurulan beton bina tüm çirkinliğiyle yerinde duruyordu.
Geniş gövdeli, asırlık zeytin ağaçlarının yanından geçip sahile ulaştım. Kumsal, tropikal adaları andırıyordu. Tam ortasında bembeyaz taşlı, kurumuş bir dere yatağı vardı. Yaklaşık 200 metre genişliğindeydi. Mermer beyazı kumu, denizin çivit mavisi ve çamların yeşiliyle kontrast oluşturuyordu. Sahile demirlemiş, Uzakdoğu’yu çağrıştıran “Lazın Teknesi” ve kumların üstündeki iki küçük çardak bu illüzyonu pekiştiriyordu.

YABAN DOMUZLARININ DEFİNELERİ

Deniz gözlüğünü takıp, heyecanla suya atlamak üzereyken, koyun dibinde, dalgaların vurduğu yerde, yüzeydeki küçük kabarcıklar dikkatimi çekti. Bir anlam veremedim. Denize atladığımda, suyun üstünde sintineye benzer bir tabaka gördüm. Kayaköy’den geliyordum ve oradaki en ıssız sahillerde bile yaygın olarak sintineyle karşılaşmıştım. Yatların bulunduğu her yerde suyun altında teneke kutular, şişeler, üstünde malum tabaka vardı. Fakat ıssız Kabak Koyu’nda yat yoktu… Mevsim bahar değildi, yüzeydekiler çam poleni de olamazdı… Peki denizi kim kirletmişti?
Biraz açılınca su berraklaştı, yüzey temizlendi. Koyu boydan boya yüzdüm, hızımı alamayıp güney ucundaki kayalıkların derin noktalarına gittim, birkaç güzel deniz kabuğu buldum. Meşhur mavi mağaranın etrafında turladım. Ferahlamış, kuş gibi hafiflemiş olarak sahile döndüm. Kampingleri gezip, bungalovlarına baktım. Çalışanlarla sohbet ettim. Sintine konusunu açınca hepsi suratıma, nereden çıktı bu sersem, der gibi bakıyor, “denizimiz çok temizdir” diyordu.
Sonra koyun yamacındaki ormanda yürüyüşe çıktım. Kırmızı beyaz boyayla işaretlenmiş patika Likya Yolu’na bağlanıyor, Alınca’ya kadar çıkıyordu. Yolun dikleştiği yere kadar yürüdüm. Bazı yerler tuhaf şekilde eşelenmiş, irili ufaklı, farklı türde soğanlar dışarı çıkarılmıştı. Yaban domuzuydu muhtemelen yerleri kazan, soğanların lezzetlisini yiyor, gerisini bırakıyordu. Kim bilir ne güzel çiçeklerdir bunlar, diye düşünürken birden durakladım. Aralarından bazıları sıklamen soğanına benziyordu... Bu kadar kurak iklimde ne işi vardı sıklamenlerin? Denizi seyretmeyi bırakıp, kuytulara dikkatle baktığımda yaprakların, kayaların arasından başını uzatan sıklamenleri gördüm. Eski bir dostla karşılaşmışçasına sevindim. Dönüş yolunda da kuytulara saklanmış çok sayıda sıklamen çıktı karşıma. Bu küçük, zarif çiçekleri panoramik fotoğraf karesine yerleştirmek zordu. Epeyce debelendim.
Akşam yemeğini kampingde dünyanın dört bir yanından gelmiş, 15 gençle yedim. Doğduğu ABD’yi terk edip, anayurdu Filistin’e dönmeye hazırlanan kafası karışık bir felsefe öğrencisiyle sohbet ettim. Kulübemin balkonundan yıldızları seyredip, cibinliğe girerek yer yatağında huzur içinde uyudum.

HEVESİM KURSAĞIMDA KALDI

Ertesi sabah denizden Cennet Koyu’nu keşfe gidecektim. Kamp sahibinin küvet bozması, tek küreği ortadan kırık sandalıyla yola düştüm. Yaklaşık üç kilometre güneydeydi. Biraz açılıp, dağları, ormanları, kıyıda kesintisiz devam eden kayaları seyrederek ilerledim. Çivit rengi suyun derinlerinden gelen ışın demetlerindeydi gözüm. Çok sayıda bal arısı düşmüştü denize. Kurtarabildiklerimi sandalın burnuna dizdim; artık sandalda epeyce yolcum vardı.
Açıktan Rus oligarklardan birinin yatı geçiyordu. Dürbünümü çıkarıp dev cüssesini seyrettim, sonra sahilleri inceledim. İki saat sonra nihayet meşhur Cennet Koyu’na varmıştım. Mermer beyazı kumsalı, derinlerden sahile dört tonda açılan lacivert denizi, yemyeşil çam korusu, arkada yükselen heybetli kayalarıyla gerçek bir doğa harikasıydı. Cennetteydim ama denizin üstü yine kirliydi... Yüzme hevesim kursağımda kaldı.
Bu arada rüzgar şiddetlenmiş, açıklarda kuzular belirmişti. Kırık küreği çektiğim elim su toplamıştı. Riske girmemek için dönüşe geçtim. Fakat 10 dakika sonra dalgalar büyüdü, bizim küvet, fındık kabuğu gibi sallanmaya başladı. İlerlemekte zorlanmaya başladım. Yanıbaşımda kırılan dalgalar zaman zaman sandalın içine taşıyordu. Mola verip su boşaltıyordum. Kuzular üstünde sekerek dönüşüm, üç saati buldu. Zorlandım ama bölgeyi denizden görmek güzeldi.

2500 yıllık orman yolunda

Kabak Koyu’ndaki son günümde iki seçeneğim vardı: Vadinin derinlerindeki şelaleyi görecek ya da Likya Yolu’ndan Alınca’ya çıkacaktım. Doğu Karadeniz’de yeterince şelale görmüştüm, ikinci alternatifi seçtim.
Ankaralı bir yürüyüş grubunun peşine takılıp, sabah 7.00’de yola çıktım. Otoyolu ve su deposunu geride bırakıp kan ter içinde Kate Clow’un kırmızı beyaz boyalarla işaretlediği Likya Yolu güzergahına girdik. Molada Kabak Koyu’nun soluk kesen sahilini kuşbakışı seyrederken, dere yatağının bulunduğu hizada, suyun içinde beyaz bir alan oluştuğunu fark ettim. Bu alan biz yürüyüşü sürdürürken yavaş yavaş büyüdü, sahile yayıldı. Dere yatağının altından denize su akıyordu. Peki neden sadece günün belirli bir saatinde? Bu sorunun cevabını dönüşte, köylülerle konuşurken öğrendim. Sahile yakın bazı kampinglerin foseptik kuyuları, bazen taşıyor, dere yatağından denize ulaşıyordu. Durumu fark edenlere, kirliliğin yakındaki tatil köyünden geldiği söyleniyordu. Bölgedeki bazı yatırımcılar bu tür sorunları aşmak, yapılaşma engelini ortadan kaldırmak için, Ankara’da, vadideki sit alanı statüsünün kaldırılmasına yönelik kulis faaliyeti başlatmıştı.

SIKLAMEN BAHÇESİ GİBİ

Daha önce Likya kentlerini gezmiş, yollarında yürümüş, fakat hiç bu kadar heyecan duymamıştım. Bir dağ başında, 2500 yıl önce Likyalıların uçurumlara dizdiği taşlarla yapılan patikada yürüyordum. Kim bilir kimler ne sevinçlere, felaketlere yürümüştü bu yoldan. Muhtemelen yolun bir bölümü heyelanla yok olmuş, yerine patikalar yapılmıştı. Çünkü ormanda sık makiyle kaplı bir bölgeden geçerken, düzgün şekilde kesilmiş taşı merak edip, çalıların arasına girdiğimde, yaklaşık üç metre genişliğinde, plaka şeklindeki taşlarla oluşturulmuş, iki kenarı yine düzgün şekilde kesilmiş taşlarla sınırlanmış bir yol gördüm.
Alınca’ya çıkan altı kilometrelik yolun ikinci kilometresinden itibaren öbek öbek sıklamenler açmıştı. Kayaların arasından, makilerin kuytusundan tavşan kulaklarını andıran eflatun sıklamenler fışkırıyordu. Bir yandan bu güzelliği fotoğraflamaya, diğer yandan gruptan kopmamaya çalışıyordum. Patikanın çevresinde ise yaprakları fıstık yeşili, tohumları mercan kırmızı, bodur sakız çalıları dizilmişti. Yürüyüş boyunca küçük dallar koparıp, kokladım. Özsuyundaki baygın sakız kokusuna doyamadım.
Kabak Koyu’nun bulunduğu derin vadinin dağdaki en derin noktasına ulaştığımızda, yüksekliği 30 metreyi aşan görkemli kayaların altından, daracık bir geçitten geçtik. Arkasındaki alan, kışın şiddetli yağışlarda heyelandan kaymış, yol kaybolmuştu. Yaşlı çam ağaçları bu felaketten payını almıştı.
Kabak Koyu’nu en yüksek noktadan görebileceğimiz, boşluğa balkon gibi uzanan bir kayanın üstünde mola verdik. Rehberimizin ikram ettiği sabah çayını içtik. Kayanın etrafındaki ada soğanları tüm coşkusuyla, bembeyaz açmıştı. Çiçeklerin boyu 1,5 metreyi aşıyordu. Fethiye’de ikinci bahar başlamış, doğa tekrar uyanmıştı.

TÜRKLER NEREDE?

Ellerinde Kate Clow’un Likya Yolu kitabıyla yürüyen pek çok yabancıyla karşılaştık yol boyunca: İngiliz, Fransız, Alman, Avustralyalı… Londra’dan üç gün önce Dalaman’a gelen genç bir İngiliz çift “Üç haftalık tatilimizin tümünü Likya Yolu’na ayırdık, tamamlayamazsak ilkbaharda tekrar geleceğiz” diyordu. Avrupa’nın pek çok ülkesinde yürümüş, bu bölge gibisini görmemişlerdi. Fethiye’nin dağ manzaralarına, florasına hayran kaldıklarını, 2500 yıl öncesinin insanlarının ayak izlerinden yürümenin ne kadar özel bir deneyim olduğunu anlatıyorlardı heyecanla. Anlaşılan Likya Yolu’nun heyecanlandıramadığı tek ulus bizdik. Türkiye sevdalısı bir İngiliz, Kate Clow bu yolu keşfetmiş, 519 kilometrelik rotayı işaretlemiş, kitabını yazmış, dünyaya duyurmuştu. Meraklıları binlerce kilometre öteden geliyor, bu güzelliğin tadını çıkarıyordu. Türkler ise onları seyretmekle yetiniyordu. İlkbahar ve sonbahar bu rotada yürüyüş için en uygun zamandı, buna rağmen gidiş ve dönüşte, altı kişilik grubumuzdan başka Türk yürüyüşçüye rastlamadık.
Alınca’ya vardığımızda bir köylünün balkonuna misafir olduk. Bize şipşak menemenler, ayranlar hazırladı. Alıncalılar cüzi bir ücret karşılığında yürüyüşçülere evlerini, mutfaklarını açıyor, erzak desteği veriyordu. Dönüşe geçmeden, fotoğrafçı arkadaşım Erdem Yavaşca’nın sıra dışı pansiyonu Dervish Lodge’a uğradım. Köyün tepesinde, yarısı kayaya oyulmuş, geri kalan kısmı bölge taşlarından yapılmış pansiyonun salonu enstrümanlarla doluydu, eşsiz manzaradan ilham alanlar burada toplu müzik yapıyordu. “Sen bir de burayı gece gör, yıldızlara dokunabilirsin” dedi Erdem. Terasına oturup, 850 metreden kuşbakışı Cennet Koyu, Akdeniz ve orman manzarasını seyrettim. Derin bir nefes aldım. Bu nefesin gücüyle tüm bir kışı göz açıp kapayıncaya kadar geçirip, bahara bir an önce kavuşmayı diledim.

False