GeriSeyahat Sart: Salihli’de bir masal kent
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Sart: Salihli’de bir masal kent

Sart: Salihli’de bir masal kent

İzmir’den yola çıkıp arka yollardan Torbalı, Tire, Ödemiş, Birgi, Bozdağ’daki Gölcük ve kayak merkezi derken, zirveleri karlı dağı döne döne inip, Gediz’in suladığı bereketli topraklarda gezimizi sürdürdük.Bu hafta sizi geçmişin en önemli kentlerinden birine götürmek niyetindeyim.Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la İç Ege’de aşmadık dağ, geçmedik ova bırakmıyorduk. Bahar hemen her köşede kendini göstermeye başlamış, çiçek çiçek dereye tepeye yayılmıştı. Doğa bayram yeri gibi telaşlı ve sevinçliydi. Bazen haritaya bakarak, bazen de önümüze gelen yollara ezbere saparak, hedefsiz, amaçsız ve adressiz dolaşıp duruyorduk.Tire, Ödemiş, Birgi, Bozdağ’ın zirveleri derken, dibi görünmeyen uçurumların kıyısından ovaya doğru inmeye başladık. Adları da kendileri kadar ilginç olan küçük dağ köylerinin içinden geçiyorduk: Damkaya, Allahdiyen, Gökköy, Çamurhamam... Bir süre sonra aşağılarda Salihli göründüğünde vakit öğleyi bulmuş, karnımız acıkmıştı. Önce sağa dönüp Salihli’ye doğru ilerledik. Yol kıyısında köfteciler sıralanmıştı. Direklerin arasına gerdikleri afişlerde, en lezzetli odun köftesinin kendilerinde yapıldığını ilan ediyorlardı. Bir afişte de köftenin devekuşu etinden yapıldığı belirtiliyordu. Bacalardan yayılan iştah açıcı kokular tüm Salihli’ye yayılmıştı sanki. Bu tahrike fazla dayanamadık, bir tanesinin önünde park edip, alelacele köftelerimizi ısmarladık. Beklerken garsondan odun köftesinin özelliklerini öğrenme gayretine düştüm. Kuzu eti kullanılırmış. İçine bir şey katılmazmış. Meşe odununun közü üstünde ızgara edilirmiş... Ya çok acıkmıştım, ya da köfteler gerçekten çok lezzetliydi. Soluk almadan tabaktakileri silip süpürdüm.Sonra direksiyonu Sart (Sardes) harabelerine doğru çevirdik. Yaklaşık iki kilometre sonra, tel örgülerin çevirdiği alanda binalar göründü. Buradaki ilk yerleşimin kesin tarihi bilinmiyordu. Bazı kaynaklara göre kentin tarihi MÖ 1500 yıllarına kadar dayanıyordu. Şimdiki Sartmahmut köyünün bulunduğu bu sessiz, renksiz, bir köşede unutulmuş bölgenin, asırlar öncesinde paylaşılamayan bir kent olduğuna insanın inanası gelmiyordu. Geçmişteki yaşam bir masal gibi inanılmazdı.ANTİK SİNAGOGSart muazzam bir kent merkeziydi. Bu kentin inşası MÖ 17’de başlamış, bazı büyük binaların tamamlanması 200 yıl kadar sürmüştü. Tel örgülerin içinde kalan büyük alanda antrenman yapan atletlerin, hamama ve havuzlara gitmek için içinden geçtikleri iki katlı dev yapı -Gymnasion-, Sart’ın en etkileyici bölümünü oluşturuyordu. Mermer sütunların desteklediği tuğla yapı, MÖ 211’de İmparator Septimus Severus’un karısı Julia Domna ve oğulları Caracalla ve Geta’ya ithaf edilmişti.Buradaki kazılarda bulunan ilginç diğer bir yapı da antik sinagogdu. John Freely’e göre, bilinen antik sinagoglar içinde en büyüğü olan bu kalıntının ölçüleri ve ihtişamı, Roma döneminde Sart’ta yaşayan Yahudi cemaatinin refahını gösteriyordu. Sinagog MÖ 220-250 yılları arasında inşa edilmişti. Mükemmel şekilde restore edilen Sart Sinagogu, mozaik süslemeleri ile Roma mimarisinin en güzel örneklerinden biriydi ve Anadolu’da bir benzeri daha yoktu.Bahar bir kenara çekilmiş, yerini yaza bırakmıştı sanki. Antik taşların arasında dolaşırken terden sırılsıklam olmuştum. Sart harabelerinde bizden başka kimsecikler yoktu. Biz de konuşmadığımız için, koca alana mutlak bir sessizlik hakim olmuştu. Öylesine bir sessizlikti ki, tarihin üstünde koşuşturup duran kertenkelelerin ayak seslerini duyacaktık neredeyse.Halbuki Sart, geçmiş dönemin en cıvıltılı kentiydi. Hem Pers yönetiminde hem Roma yönetiminde refah içinde yaşamıştı. Susa’dan başlayıp tüm Anadolu’yu geçen Kral Yolu Sart’ta sona erdiği için, burada her türden her renkten insana rastlamak mümkündü. Kentin nüfusu MÖ 2.yüzyılda 100 bine kadar yükselmişti. Diocletianus’un (284-305) hükümdarlığı döneminde Sart, Roma’nın Lidya eyaletinin başkenti olmuştu. Erken Bizans döneminde ise Hıristiyanlığın önemli bir merkezine dönüştü.KENTİN YOK OLUŞUVe kentin sonu doğudan geldi. 616’da Sasani Kralı II. Hüsrev kenti yerle bir etti. Bu yıkım Sart’ın yok oluşunun başlangıcı oldu. Bir daha belini doğrultamadı. Her geçen gün biraz daha unutuldu. Küçüldü, toprak katmanlarıyla örtüldü ve sonunda bugünkü sessiz ve renksiz Sartmahmut köyüne dönüştü. Buraları bundan 200 yıl önce gören Fransız araştırmacı Charles Texier de kitabında, bu yok oluş için şunları yazmıştı: ‘Babil hariç, başka hiçbir kent insanoğlu tarafından böylesine zalimce yok edilmemiştir. Bu yıkıntıyı, buradaki kadar üzüntü verici bir tabloda göstermeye kimsenin gücü yetmez. Asya’nın kraliçesi diye tanımlanan bu şehrin o kadar süslü ve değerli binalarından, surlarından, hisarlarından ve duvarlarından bu güne birkaç tane taş kaldığına inanmak çok zordur...’Gymnasion ve sinagogu geride bırakıp, bir kilometre doğudaki Artemis Tapınağı’na gittik. Bizi, bekçi ile kulakları kesilmiş iki çoban köpeği karşıladı. Köpekler yalancıktan iki üç kez havlayıp, tekrar ağaç gölgesine çekildiler. Tapınakta 20’ye yakın İyon başlıklı dev sütun, etkileyici bir görünüm sunuyordu. MÖ 300’lerde inşa edilen tapınağın yakınlarında yapılan kazılarda, bir de Kibele Tapınağı ortaya çıkarılmıştı. Bu, Sart’ta iki tanrıçaya birden tapınıldığının işaretiydi. Aslında tarihçiler, bu iki tanrıçanın da aynı tanrısal kimliğin, yani Anadolu’nun büyük bereket tanrıçasının iki farklı biçimi olduğunu belirtiyorlardı.Bölgede yapılan kazıların başlangıcı 141 yıl öncesine dayanıyordu. İlk kazmayı 1854 yılında Spiegelthal, Bintepe mevkiinde vurdu. Sart’taki ilk sistemli kazı çalışması ise 1910-14 yılları arasında H.C. Butler başkanlığında Princeton Expedition tarafından başlatıldı. Ama 1958 yılına kadar fazla bir ilerleme kaydedilemedi. Daha sonra George M.A. Hanfmann başkanlığındaki, Harvard-Cornell araştırma projesi başlatıldı. Kazı çalışmaları o zamandan bu güne kadar her yıl düzenli olarak yapılmakta. Antik taşların arasında duran ve en az o taşlar kadar eski görüntü sunan paslı bir vinç dikkatimi çekti. Üstünde 1910 tarihi vardı. İlk kazı ekibi tarafından Amerika’dan getirilmiş, yıllar sonra emekli edilip, tapınağın demirbaşı ve süsü olmuştu.Tapınağın yaklaşık 1500 metre yükseğindeki Akropol tepesine tırmanmayı gözüm yemedi. Herodot bile burası için, ‘neredeyse girilmesi imkansız dik bir merkezi hisar’ demişti. Ama Persler, üşenmemiş, tepeye tırmanıp, buradaki Sartlıları kılıçtan geçirmişlerdi. John Freely, Akropol tepesinin zirvesindeki harabelerin içinde, Mermnasoğulları kralına ait olduğu söylenen bir sarayın kalıntılarının olduğunu belirtiyordu.Görkemli Sart’tan uzaklaşırken, tozlar içindeki Sartmahmut köyüne bakıp, ‘Muhteşem bir geçmişten ne hallere düşmüşsün’ demekten kendimi alamadım.Geçmişten sıyrılıp, bugünü keşfetmek için haritayı açtım, çevreyi inceledim. Marmara Gölü’nün doğusundaki Demirköprü Baraj gölünün, davetkar davetkar göz kırptığını gördüm. Zeki’ye rotayı çizdim: ‘Kula’ya doğru ilerle, Köprübaşı istikametine sap, yolun haberi var, bizi göle götürecek...’ Gerçekten de yol bizi aldı, kıvrıldı, düzeldi, tekrar kıvrıldı, kızılçam ormanlarının arasından geçirdi, yeni yeşillenmiş tarlaları aşırdı, gelinciklere teğet geçti ve gölün kıyısında bıraktı.BAHARIN AYNASIEtrafta kimsecikler görünmüyordu. Bir iki meşe kargasının kanat sesinden başka çıt çıkmıyordu. Oraya gittiğimizde, yeşil tepeleri, beyaz bulutları, ulu ağaçları, gölde kendilerini seyrederken bulduk. Demirköprü Barajı, çevresine ayna olmuş güzellikleri yansıtıyordu. Bir anda, gölün altını üstünü şaşırdım. Gölün içinde ve dışında aynı görüntüler yüzüyordu. Burada her görüntüden iki tane vardı.Kıyı kıyı ilerledik. Her koy başka bir güzelliği sergiliyordu. Bazı koylarda balık tavaları vardı. Etraf o kadar kimsesizdi ki, balık çiftliklerinde ne tür balık yetiştirildiğini soramadım. Alabalıktır diye kestirip attım. Daha sonra altı tane kemeri olan incecik eski bir köprüden geçtik. Tabelada köprünün adının Kız Köprüsü olduğu yazıyordu. Başka bir bilgi olmadığı için, bizi kurbağalı suyun üstünden aşıran bu güzelim köprünün, ne zaman, kimin tarafından yapıldığını bir türlü öğrenemedim.Buralarda bahar çok aceleciydi. Çiçekleri açtırmış, tarlaları yeşile boyamış, ağaçları süslemiş, kuşlara neşe saçmış ve işini bitirdiğini sanıp gitmek istemişti sanki. Bir çimenliğe uzanmış bulutların koşturmasını izlerken, baharın başında yaz sıcağıyla sarmaş dolaş olmuştum.Haftaya İç Ege gezisi, Yanık Ülke Kula ve Bintepeler ile sona erecek.
False