Salvador Dali’nin esin perisi Perpignan
Güney Fransa’da, İspanya sınırının yanı başındaki Perpignan, Salvador Dali’ye göre evrenin merkezi, dâhiyane fikirlerin doğum yeri.
Akdeniz’e çok yakın olmasına karşın, denize bir kanalla bağlanıyor. Bu sayede sahili endüstriyel kirlilikten kurtulmuş. Katalanlarla Fransızların barış içinde yaşadığı şehrin iki dilli, çokkültürlü yapısı mimarisinden mutfağına tüm kimliğine renk katıyor.
Perpignan’a trenle gelseydim, Salvador Dali gibi kentin garının evrenin merkezi olduğunu öne sürmezdim sanırım. Kırmızı tuğladan duvarları, dar cephesi ve saatiyle cana yakın bir yapı belki, ama Languedoc-Rousignon bölgesindeki benzerlerinden pek farklı değil. Fransa ya da yerküreden vazgeçtim, kozmosun sırrını açıklayan hiçbir özelliği de yok, saat kadranının üzerinden aşağıya doğru düşen bir adam heykelinden başka. Hız kesmek için kollarıyla ayaklarını iki yana açmış bu heykel dikey ve sivri bıyıklarıyla, dâhi olduğunu iddia eden Katalan ressamı simgeliyor. Ve elbette, yerçekimi kurallarına uygun biçimde aşağıya doğru düşüyor, ünlü bıyıkları yukarıya doğru dikilse de.
Perpignan garının dışarıdan bakıldığında büyükçe bir malikâneyi andırdığını söyleyebilirim. İçine girince sarı ve yeşil renklerden, yuvarlak biçimlerden oluşan bir tavan süslemesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu dekor, çağımızın tanrısı, her şeyi bilen Google’un belirttiği gibi Salvador Dali’nin elinden çıkma değil. Ressamın, oldukça sık uğradığı bu gara tek katkısı bir duvar dibine küçük bir lahana çizmek olmuş. Buna karşılık Köln Müzesi’nde sergilenen ‘Perpignan Garı’, diğer adıyla ‘Pop, Op, Yes-Yes Pompier’ sanatçının üzerinde en fazla tartışılan tablolarından biri. Dali, Bir Dâhinin Günlüğü’nde şöyle söz ediyor bu yapıta esin kaynağı olan mekândan:
“Hayatımın en dâhice fikirleri aklıma hep Perpignan Garı’nda, eşim Gala ardımızdan trene yüklenecek tabloları gümrüğe kaydettirirken gelir. Oraya varmadan birkaç kilometre önce beynim hızla çalışmaya başlar ve perona ayak bastığımızda arşa dek fışkıran bir zihinsel boşalma yaşarım. (...) 19 Eylül’de öncekilerden daha güçlü, evrensel bir coşkuya kapıldım. Evrenin oluşumunu burada, gözlerimle gördüm.”
BIYIK TİTRETEN HEYECAN
Bu gözlerin Perpignan Garı’nda, tam da rayların kesiştiği yerde faltaşı gibi açıldığını, sivri bıyıkların titremeye başladığını, ayağında hasır ayakkabıları elinde gümüş kakmalı bastonuyla gerçeküstücü ressamın gerçek bir “cezbe” ye kapıldığını tahmin edebiliyorum. Çünkü her biri milyonlarca dolara satılacak tablolar Amerika’ya gitmek üzere bu gardan vagonlara yükleniyordu. Gerçeküstücü akımın ikbal yıllarında aralarından su sızmayan, ne var ki daha sonra siyasi nedenlerle aralarına kara kedi giren Andre Breton, Dali için boşuna ‘Avida Dollars’ dememişti.
Bu deyimde, dikkatli okur, sanatçının adı ve soyadının tüm harflerini fark edecektir ama konumuz resim piyasası değil, Perpignan Garı.Dali’nin bizzat kendisi de, tıpkı tabloları gibi, İspanya sınırının az ilersindeki köyünden (Port-Lligat) bir marşandizle gelmişti buraya ve halkın alkışları arasında Paul Eluard’ın elinden kaptığı sevgili eşi Gala’yla ikinci kez dünya evine girmişti. Perpignan’ın ortaçağdan kalma dar sokaklarında dolaşır, kendime cappucino’mu içecek, reklam sayılsa da parasını cebimden ödediğim için yazmadan edemeyeceğim, toscani’mi tüttürecek sakin ve güneşli bir kahve terası ararken, Salvador Dali’nin ‘Perpignan Garı’ tablosu düştü aklıma. Eylül güneşi bir hayli yakıcıydı çünkü ve Akdeniz kıyısındaydım. Aslında tam kıyıda değil Perpignan, ama ‘Mare Nostrum’a, yani Romalıların deyişiyle ‘Bizim Deniz’e kanallarla bağlı. Ve bu konumu onu bir liman kenti olmaktan, dolayısıyla sanayi kirlenmesinden koruyor. Evet sarı sıcaktı hava, güneş bu mevsimde olmadığı kadar göz kamaştırıcıydı. Dali’nin tablosundaki gibi ışığa boğulmuştu evren.
EXUPERY TOPRAKLA BULUŞMUŞTU
Perpignan Garı’nın yalnızca Salvador Dali’nin yaşamında değil Nobel ödüllü Fransız yazar Claude Simon’un yapıtlarında da önemli bir yeri var. Ama şimdi Simon’un Acacia adlı romanında cepheye giden kahramanın bu gardan diğer askerlerle birlikte nasıl coşkuyla uğurlandığını, aradan çok geçmeden bozgunda bir ordunun mensubu olarak nasıl süklüm püklüm yine bu gara döndüğünü anlatmaya kalkışsam, Yeni Roman akımının temsilcisi Claude Simon gibi sayfalara yayılan uzun cümleler kurmam gerekir. En iyisi geçen yüzyılın başında Afrika dönüşü, Perpignan Garı’na değil kentin o zaman da avuç içi büyüklüğündeki havaalanına inen bir başka yazarı, İkinci Dünya Savaşı’nda uçağıyla Akdeniz’in sularına gömülen pilot Antoine de Saint-Exupery’i anarak tadında bırakayım bu konuyu. Exupery ilk romanı Güney Postası’nda, çölde sürekli yer değiştiren kum tepeleriyle Akdeniz’in dalgaları üzerinde saatlerce uçtuktan sonra Perpignan’da ‘gerçek toprağa’ kavuştuğunu yazar. Dali’nin ‘deliliğin’ ya da ‘dâhiliğin’ sınırlarını zorladığı Perpignan’da ayaklarını yere basan Exupery fazla kalmaz. Katalan ressamın deyişiyle ‘evrenin merkezi’nden Fransa’nın merkezi Paris’e gitmek üzere trene biner. Ne milyon dolar değerinde tablolar vardır yanında ne de onu bir an bile yalnız bırakmayan, servetini yöneten bir kadın.
Perpignan hem tarihsel mirası hem mimari dokusu hem de güncel konumu bakımından Fransa’nın diğer kentlerinden çok farklı. Kültürel kimliğinin oluşmasında sınırın öte yanından Akdeniz kıyısı boyunca Barcelona ve Valencia’ya dek uzanan ve yazın turist akınına uğrayan ‘Costa Brava’nın, dolayısıyla Katalonya’nın önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Fransa’ya dahil olmadan önce uzun süre Mayorka Krallığı’nın yönetiminde kalmış, hatta bu devletin başkenti bile olmuş. Derken Aragon Krallığı’na katılmış. Bu tarihsel mirasın izlerini eski kentin dar sokaklarında dolaşırken, malikânelerin iç avlularında soluk alırken, diyeceğim her adımda görmek mümkün. Sonradan 14’üncü Louis’nin ünlü mimarı Vauban tarafından kaleye dönüştürülen Mayorka Kraliyet Sarayı hâlâ bir tepeden bakıyor kente. Ve saraydan çok yüksek surları, burçları, mazgal delikleri ve nöbetçi kuleleriyle alınması oldukça güç bir ‘müstahkem mevki’yi andırıyor. Ne de olsa sınır geçiyor az öteden ama Fransa ile İspanya arasında tarih boyunca süren egemenlik çatışması yerini artık kültürel birlikteliğe bırakmış gibi görünüyor.
BAYRAĞI GALATASARAY RENKLERİNİ TAŞIYOR
Avrupa Birliği sayesinde bu coğrafyada sınırlar kalktı çoktan, bölgesel yönetimler merkezi devlete karşı güçlendi. Barcelona’da Katalan milliyetçilerinin bir gösterisine tanık olmuştum. “Madrid’e hayır, Avrupa’ya evet” yazıyordu bir afişte. Aynı sloganın sınırın bu yanında pek de geçerli olmadığını, ne var ki Perpignan’ın iki dilli kültürel kimliğini çoktan kazandığını da gözlemledim bu yolculukta. Oysa Franko dönemine dek birbirini izleyen savaşlar boyunca sınırlarla birlikte yönetimler de değişmiş, daha eskilere gidecek olursak tahtını yitiren krallarla bahtsız kraliçeler ve askerleri bu yörede kimi zaman saklambaç, bazen de körebe oynamış. Ve o günlerden geriye kan, gözyaşı, bir de bu sağır duvarlarla burçlar kalmış. Sarayı gezerken duvar resimlerinden birinde viyola çalan bir figür dikkatimi çekti. “Demek ki” diye geçirdim içimden, “yalnızca savaş değil sanat da hayatın vazgeçilmez bir parçasıymış o zamanlar”. Ve aklıma bu bölgeyi baştan başa kateden, uğradıkları her şatoda birbirinden güzel aşk şiirleri söyleyen gezgin şairler, yani ‘troubadour’lar geldi. Onların dizeleri bugün fazla rağbet görmüyor ama efsaneleri hâlâ dilden dile dolaşıyor. Gezgin şairler müzik eşliğinde en ince aşk duygularını dile getirirken kale kapılarında kılıçlar şakırdıyor, kelleler uçuyor, oluk gibi kan akıyordu. Bugün Perpignan’ın kulelerinde, özellikle de Le Castilet denilen eski kentin giriş kapısındaki burçlarda dalgalanan Katalan bayrağı işte bu kandan alıyor kırmızı rengini, öbür renginiyse savaşta ölen bir kralın altın kaplama kalkanından. Sarı kırmızı yatay çizgilerden oluşan bu bayrağı, Galatasaray’ın renklerini taşıdığı için sevdiğimi itiraf etmeliyim. Le Castillet hapishane olarak da kullanılmış uzun süre, şimdi geleneksel halk sanatları müzesi olarak hizmet veriyor. Ve kentin en albenili, en güzel yapılarından biri. Hemen yanındaki kanal, Perpignan’ı ıskalayarak varoşlar boyunca akıp giden Tet ırmağına kavuşuyor taş köprülerin altından geçerek. Bu köprülere bakan eski evlerin ferforje balkonlarında pek kimse görünmüyor ama dar sokaklar kalabalık, kahve ve lokantalar tıklım tıklım. Ne de olsa Akdeniz’deyiz, insanlar dışarda yaşıyor daha çok, evlerin içleriyse yüksek tavanlı, rengârenk kepenkleri gün boyu kapalı duran loş salonlardaki eşya kalabalığının egemenliğinde.
MAILLOL EŞİNİ HEYKELE HAPSETMİŞ
Salvador Dali’nin dışında Perpignan’ın haklı olarak övündüğü, heykellerini kentin hemen her yerinde görebileceğiniz bir başka sanatçısı daha var: Aristide Maillol (1861-1944). Kendisi, hiç kuşku yok, iyi bir heykeltıraş ama hayatı boyunca sanki hep aynı heykeli yapmış. Küçük göğüslü, geniş kalçalı, saçlarını ensesinde toplamış çıplak kadın heykelleri bunlar. Esin perisinin sadık eşi Clotilde olduğu ve kocasına modellik yaptığı biliniyor. Bu durumdan hareketle onun da Dali gibi kendi karısını putlaştırdığı ya da tunca hapsederek ondan kurtulmaya çalıştığı söylenebilir.Perpignan’ın en güzel caddesi ulu çınarlarla palmiyelerin gölgesinde kentin yeni semtlerini bir uçtan bir uca kat eden ve Maillol’un adını taşıyan cadde. Üstat bu caddedeki Pablo Casals’ın büstünün üzerine de aynı çıplak kadını yerleştirmiş. Ve onun ölümünden sonra, büstün altına hem Fransızca hem Katalanca olarak şu cümle yazılmış: “Tüm insanların anladığı evrensel bir dil olan musiki onları birbirlerine daha çok yaklaştırmalıdır”. Bu söz Perpignan için geçerli belki, çünkü bu kentte Katalanlarla Fransızlar halleşip kaynaşmış bir görünüm sergiliyorlar ama güneye doğru gider, ‘Bizim Deniz’i aşıp rotayı biraz da doğuya doğru çevirirseniz, Pablo Casals’ın viyolenselinden dökülen ezgileri değil, savaş uçaklarının gürültüsüne karışan top seslerini duyabilirsiniz.
Dört asırlık gotik yapı pizzacı olmuş
Kentin büyük kongre salonunda Akdeniz Roman Ödülü’nü aldıktan sonra akşam yemeğinde yanımda oturan Belediye Başkanı Bay Pujol’u tarihi evlerin iyi korunması nedeniyle tebrik ettim. Deniz Ticareti Mahkemesi’nin eski binası ‘La loge de la mer’in acı akıbetini sormaktan da kendimi alamadım. Belediye Sarayı’nın yanındaki 15’inci yüzyıldan kalma gotik bina beni büyülemişti. Benzerini yıllar önce Barcelona’da görüp hayran kalmıştım. İnanmayacaksınız ama ‘La loge de la mer’ bir pizzacıya kiralanmıştı. Dışı yunup arınmış, bembeyaz taş duvarlar, küçük heykellerle çevrili, içi sandalye ve masalardan, bu masalarda müşteri bekleyen çatal, kaşık ve kadehlerden ibaretti. İçki şişelerinin dizildiği bir bar, barın arkasındaysa beyaz takkeli aşçının pizzaları kan ter içinde fırına sürdüğü devasa bir mutfak vardı. Ülkemizde örneklerini çok sık gördüğümüz böyle bir rezalete Fransa’da ilk kez tanık oluyordum. Başkana buna nasıl izin verildiğini sordum. Bay Pujol selefinin bir hata yaptığını, pizzacıyla yapılan sözleşme biter bitmez bu rezalete son verilip binanın yeniden düzenleneceğini söyledi. Akdeniz kültür mirasının korunması için kadeh kaldırdık. Yine de açıklama beni pek ikna etmedi.
İsa’nın yanı başında uygunsuz pozisyon
Dali’nin ‘Perpignan Garı’ tablosunun arka planda hayal meyal seçilen, çarmıhta bir İsa vardır. Sarı ışıkta her şey bir patlama, neredeyse yok oluş halindedir. Ölümün sinsi, yakıcı varlığı sinmiş gibidir her yere. Kol ve ayakları iki yana açılmış adam ışığın tam ortasındaki kareden boşluğa düşerken kurbağa gibi debelenmektedir. Bunu hız kesme hareketi olarak da yorumlayabilirsiniz. Ama düşüş son derece kesin ve kaçınılmaz, hatta acımasızdır. Bir marşandiz tam orta yere gelip durmuş, kapılarını sımsıkı kapatmıştır. Belki Dali’nin tabloları vardır içerde belki de kendisi. Ya da, ne bileyim, toplama kampına gönderilen Yahudiler. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bize arkasını dönmüş bir kadın trene bakmakta, hayaller kurmaktadır. Tablonun dört bir yanına saçılmış, özellikle de alt bölümde yer alan kayıkla deniz örneğin ya da hem eril hem dişi organları simgeleyen çarık. ‘Kayık’ ve ‘çarık’, her ikisi de ‘yarık’ diyerek güzelim Türkçenin kafiye imkânlarını da kullanalım. Dali duysaydı sanırım pek hoşlanırdı.
Tablonun iki yanında, simetrik olarak biri kadın öteki erkek iki köylü, bir el arabası ve tırpan, patates çuvalları vardır, aşağıdaysa bir mezar. Salvador Dali bu, ‘dâhi’ ve ‘çılgın’ ressam, hiç rahat durur mu? Millet’nin ünlü Angelus tablosuna atıfla bir köşeye uygunsuz vaziyette, hadi doğrusunu yazayım, ‘malak emzirmesi pozisyonunda’ (siz bu deyimi ‘melek emzirmesi’ diye de okuyabilirsiniz!) bir çiftin gölgesini de yerleştirmiştir. Çift ışıktan nasibini almadığı, tablonun sağ yanında kaldığı için, ‘uygunsuz vaziyet’ bir yorumdan öteye geçmeyecek kadar belirsizdir ama öte yandan oldukça gerçekçi bir duruş sergilemektedir. Az ötedeki tırpan toprağı deşen bir alet olmaktan çıkmış, erkeklik organına dönüşmüştür artık. Sol yandaki el arabası da öyle. Dali’nin hayatında bir kez olsun bir kadınla yatmadığına, iğdiş eden baba kompleksinden bir türlü kurtulamadığına, bir dişinin içine haşa girmediğini defalarca itiraf ettiğine göre, sanatında bu tür simgelerle haşir neşir olmasını doğal karşılamak gerekir.