Romanlardaki Alman güzeli Baden Baden
Bu kez Almanya’nın en yeşil, en güzel kentine gittim. Milyonerlerin şehri kaplıcaları ve 300 yıldan beri aynı kurallarla rulet oynatan kumarhanesi ile ünlüydü. Bir çok ünlü yazar ve besteci burada yaşamış, bu küçük ve güzel kenti eserlerine konu etmişti.
Geçen ay, Almanya’nın hiç bilmediğim bir yöresindeydim. Bölgenin turizm ve tanıtımdan sorumlu kurumu, hasat sonrası, beyaz şarabı bahane ederek kaplıca kentlerine bir gezi düzenlemişti. Gezinin merkezi tabii ki, Almanya’da en çok ağacın bulunduğu, kaplıcaları ve kumarhanesi ile ünlü Baden-Baden kenti oldu. Hamam (veya banyo) anlamına gelen Baden kelimesinin, neden iki kez kullanıldığını soracak olursanız (ki aynı soruyu ben de sordum), şöyle yanıt verebilirim: Avusturya’da da bir Baden kenti olduğu için, Almanlar bu kelimeyi iki kere kullanarak, kendi kentlerini ayırmak istemişlerdi.
Bu küçük kent, Almanya’da sonbaharın ilk başladığı yerdi. Baden Baden’e vardığımda, kendimi renkli bir ormanın içinde buldum. İlk bakışta şık, güzel, kibar, asil bir kent olduğunu belli ediyordu. Otel odamın penceresinden görünen ağaçlarda, telaşlı sincaplar, o daldan bu dala koşturup duruyordu. Havuz, sarılı kırmızılı yapraklarla örtülmüş, güneş, kenti biraz önce ıslatan bulutların arasından sıyrılma gayreti içindeydi.
Buğulu camın ardındaki ilk görüntüler bunlardı. Daha fazlasını görebilmek için, pardösümün yakasını kaldırıp, sokakları adımlamaya başladım. Gri bulutlar, ıslak çimenler, ayaklarımın altında hışır hışır ezilen yapraklarla, serin bir sonbaharın içinde buldum kendimi.
“EN”LERİN ŞEHRİ
Kentin caddelerinde değil de, bir ormanın içindeki patikada yürüyordum sanki. Çevredeki ağaçlar sevdiğim türdendi: Birkaç kişinin zor kucaklayacağı kadar kalın gövdeleri, gökyüzüne tırmanan dallarıyla dev ağaçlar. Yaz sıcağında yüzlerce kişi bunların gölgesine sığınabilirdi. Gökyüzüne tırmanan, yaz başında beyaz ve pembe çiçekleriyle çevresini güzelleştiren at kestaneleri şimdi güzün renklerine bürünmüştü.
Çevrede bir sonbahar sessizliği vardı. Ama hüzün içermeyen bir sessizlikti bu. Hatta bu sessizliği dinlediğinizde, huzur dolu çağrışımlar bile duyabilirdiniz. Yol beni, kentin ortasında akan derenin yanına sürükledi. Lichentaler Parkı’nın tam ortasından akan su öylesine berraktı ki, dipteki tüm taşları saymak mümkündü. Üç kilometre uzunluğundaki park tam 356 yaşındaydı. Yani bu çimenlerin üstünde, bir zamanlar kentte yaşayan Dostoyevski, Gogol, Turganyev gibi yazarlar, Brahms, List, Schumann gibi müzisyenler de dolaşmıştı. Belki de bu çimenlerin üstüne uzanıp, romanlarını, bestelerini kurgulamışlardı.
Baden Baden’de yaşayan milyoner sayısına bakılırsa, buraya “milyonerler kenti” demek yanlış bir yakıştırma olmazdı. Çünkü Almanya’da en çok milyoner bu kentte yaşıyordu. Bu küçücük kentte o kadar çok “en” vardı ki! En çok ağacın, en çok milyonerin yanı sıra, kentin filarmoni orkestrası, Almanya’nın en eski orkestrasıydı. Ayrıca Avrupa’nın ikinci büyük opera ve konser salonu da buradaydı. Yani bu küçük Alman kentinde yaşam gustosu oldukça üst düzeye tırmanmıştı. Onun için kentin en işlek bölgesindeki bir köşe başında gördüğüm “Kebap ve Döner” salonu şaşırtmıştı beni. Tüm Almanya’da doğal olan bu görüntü nedense Baden Baden’de garip gelmişti bana.
DOSTOYEVSKİ’NİN KUMARHANESİNDE
Kentin bugünü beni sarmaş dolaş içine çekse de, ben 100 yıl öncesindeki yaşama tanıklık yapmak istiyordum. Onun için önce Dostoyevski’nin oturduğu evin önüne gittim. İkinci kattaki dairesini gören banka oturup, o günleri düşlemeye zorladım kendimi. Ünlü yazarın istasyonda trenden inişini, Baden Baden kumarhanesine gidişini, ruletten 10 bin frank kazanışını, hırslanmasını ve kazandığı ve cebindeki diğer tüm parasını kaybedişini canlandırmaya çalıştım. Yıllar önce okuduğum “Kumarbaz”ı anımsamaya gayret ettim. Çünkü o muhteşem romana, bu kumarhanenin esin kaynağı olduğunu biliyordum.
Sonra oturduğum yerden kalkıp, Dostoyevski’nin izlediği yoldan kumarhaneye gittim. Sütunlu giriş bir sarayı andırıyordu. Kapıdaki ciddi bakışlı görevli önümü kesip, “Kravatsız giremezsiniz” dedi. Tam geri dönecektim ki, aynı görevli kravat kiralayabileceğimi söyledi. İçeri girerken karşıma çıkan aynaya baktığımda, uyumsuz kıyafetimle oldukça komik göründüğümü fark ettim.
Kumarhanede kırmızı renk hakimdi. Kırmızı halılar, vişne çürüğüne boyanmış duvarlar. Tavan resimlerle bezenmişti. Duvarlarda yüzyıl öncesine ait büyük aynalar asılıydı. Aynaların önündeki vazolara demet demet gonca gül konmuştu. Her şey çok etkileyiciydi. Marlene Dietrich boşu boşuna, “Dünyanın en muhteşem kumarhanesinde rulet oynamaktan gurur duydum” dememişti.
Salonlar sessizdi. Küçük rulet topunun tıkırtısı, kuripiyenin sesi, fişlerin yer değiştirme şıkırtısı... 300 yıldan beri aynı kurallarla oynanan oyunu sadece seyrettim. Dışarı çıktığımda bir görevlinin, kumarhanenin önündeki kaldırımı aydınlatan gaz lambalarını yaktığını gördüm. Tıpkı 300 yıl öncesinde olduğu gibi.
Yakındaki bir kahveye oturup, Karaormanlar’ın eteklerindeki Riesling bağlarının mahsulü bir bardak beyaz şarap eşliğinde sonbahar akşamının keyfini damıttım. Bizdeki kaplıca kasabaları ile burayı kıyaslamak istedim ama beceremedim. Çünkü hiçbir şey birbirine benzemiyordu. Ne şampanya partileri ile yapılan at yarışları ne saray benzeri kumarhanesi ne burada kumar oynayan dünyanın en ünlü yazarları ne 9 yıl burada yaşayan Brahms ne de yüz yıldan beri süre gelen festivalleri... Bizim kaplıcalarla onların kaplıcalarını karşılaştırmak tüm bu nedenlerden dolayı olanaksızdı.
ÜLKENİN EN GÜZEL KÖYÜ SEÇİLMİŞTİ
Ertesi sabah, sonbahar renklerinin, sisli ormanların, bulut oturmuş zirvelerin, menderesler yaparak akıp giden nehirlerin arasından geçip Sasbachwalden köyüne gittim. Bu uzun isimli köyde neyin nesi derseniz; İki yıl üst üste Almanya’nın en güzel köyü seçilen bir cennet köşe, diye yanıt verebilirim size.
Köyün tek caddesinin kenarlarına sıralanmış evler, balkonlarından, pencerelerinden sarkan rengarenk çiçeklerle öylesine güzel görüntüler sunuyorlardı ki! İnsan kendini bir masal diyarının içine düşmüş gibi hissediyordu. Evlerin yaslandığı yamaçlar, üzüm bağlarıyla kaplanmıştı. Bağlar bitince de Karaormanlar tüm görkemi ile görüntüye giriyordu.
Sasbachwalden’de “sıçrayarak” yemek yiyecektim. Tabii ki işin içinde sıçrama falan yoktu. Bu bir pazarlama tabiriydi. Köye gelenler özel arabalarla tepedeki en son lokantaya çıkarılıyor, orada ilk yemeğin ve ilk içkinin tadına bakılıyordu. Sonra, ormanların içinde yürüyerek köye doğru iniliyor, belirlenen diğer restoranlarda tekrar tadımlar yapılıyordu. Yemek ve içmek faslı köyün meydanındaki restoranda sona eriyordu. Yani o restorandan bu restorana sıçrayarak köyün şarabıyla, yerel yemekleriyle tanışmış oluyordunuz. Tabii bol bol da şarap satın alıyordunuz. Bu sıçrama işi çok hoşuma gitti. Ben ekstradan birkaç bara da sıçradığım için, oteldeki odama çekildiğimde tatlı bir yorgunluk tüm bedenimi kaplamıştı.
Geceyle birlikte tüm sesler çekip gitti, küçük şelalenin sesi karanlığı kapladı. Ben de kendimi, şelalenin akıntısına teslim edip, uyku krallığına doğru yol aldım.
ALMAN VE FRANSIZ BAĞLARINI BULUŞTURAN OBERKIRCH
Oberkirch bölgedeki bir başka cennet köydü. Bindiğim eski cip, ormanların arasındaki yoldan bağıra çağıra tırmanıp, bir meydanlıkta park etti. Şoför, zirvedeki kale kalıntısını gösterip, bundan sonrasını tırmanmam gerektiğini söyledi. Çaresiz tırmandım. Schauenburg Kalesi’nin bahçesinde, beyaz örtülü bir masanın üstüne dizilmiş şişeleri gördüğümde hem nefes nefese kalmış, hem de terden sırılsıklam olmuştum. Nefesimi toparladıktan sonra, Riesling üzümünden yapılmış şarapları tatmaya başladım. Uzaklarda Fransa görünüyordu. Strasbourg kenti bir taş atımı mesafedeydi. Almanya’da başlayan üzüm bağları sınırı aşıp, Alsace-Lorraine’de Fransız bağlarıyla buluşuyordu. Bu güzel tablo karşısında hiçbir damak, hiçbir şaraba kötü diyemezdi.
Tekrar dağdan indim. Eski cipe binip, yamaçlardaki damıtım evlerine gittim. Çeredeki irili ufaklı 891 damıtım evi, ovada, dağda, tepede yetişen her türlü meyveden içki yapıyordu. Çilek, siyah ve sarı erik, kiraz, elma, birbirinden cazip şişelerin içinde ziyaretçileri tahrik ediyordu.
Geceyi geçirmek için Durbach adlı irice bir kasabaya gittim. Otelime çekilmeden önce tavsiye üzerine, Almanya’nın en iyi pastanesi olarak nitelenen Cafe Müller’e uğradım. Burası Karaorman pastasıyla ünlüydü. Krema, siyah çikolata ve vişne marmelatı ile yapılan bu pasta, canıma can kattı adeta.
Damağımda onlarca tat, gözümde doğanın güzellikleri, kulaklarımda nehir şırıltıları ile bir kez daha kürkçü dükkanına döndüm.