Prag’da Nâzım Hikmet’in izinde
Eşsiz mimarisi, yeşil külahlı kulelerle isli duvarları, Karl Köprüsü’ne ‘ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlar gibi konmuş’ heykelleri, gece yarısı tramvayları... Nâzım için yalnızlığın olduğu kadar aşkın kenti Prag’dayım. Onun oturduğu kahvede oturup, onun baktığı nehre bakıp Nâzım’ın Prag günlerini düşünüyorum...
Hayatının en güzel yıllarını hapiste geçirdikten sonra sürgünde ölen, ama düşlerinin ‘beyaz kenti’ Moskova’da yurdundan, yakınlarından, kavgasından, en acısı da anadilinden uzakta ölmeden önce dünyayı dolaşan Nâzım Hikmet’in yolu 1956-58 arasında Prag’a da düştü. Hem de bir kaç kez. Ve sürgün döneminin en güzel şiirlerini bu kent üzerine yazdı.
Dostu, Çek şairi Vítezslav Nezval ya da Tayver’le, Slavia Kahvesi’nde yarenlik eder, az ilerdeki Lejyonerler Köprüsü’nden martılara ekmek atarken kendi deyimiyle ‘hasretten delik deşikti’. Bir saatliğine de olsa onu İstanbul’a götürmesi için Doktor Faust’un evinin kapısını çalıp şeytana senet vermeye razıydı.
“Hasretlik cana yetti, pes!” diye yazıyordu ama yalnızca geride bıraktığı ülkesine, geçmiş günlere yöneltmiyordu bakışlarını. Prag’ın eşsiz mimarisini, yeşil külahlı kulelerle isli duvarları, Karl Köprüsü’ne ‘ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlar gibi konmuş’ heykelleri, ıslak rayların üzerinden kayıp giden içi boş, gece yarısı tramvaylarında duyumsanan yalnızlığı da dile getiriyordu şiirlerinde.
Prag dedikleri bu büyüleyici kent, ortaçağda simyacıların imbiğinden süzülen altın gibi parıldıyor, derken bir gümüş aynaya dönüşüp şaire kendi suretini yansıtıyordu. Geceleyin gara sessizce giren kara trenin hayali Prag’ın hayaliyle bütünleşiyor, peşini bir türlü bırakmayan ölüm korkusuna dönüşüyordu. Evet, Nâzım için yalnızlığı, giderek ölümü bağrında saklayan bir kentti Prag.
NAZIM'LA SONYA'NIN LOKANTASI...
Ve hiç kuşku yok, sürgünlük yıllarının en güzel şiirlerinden biri olan ‘Son Otobüs’tü. Öte yandan şairin sırılsıklam âşık olduğu, ‘saçları saman sarısı kirpikleri mavi’ o genç kadına, yani Vera Tulyakova’ya rastlamadan önce gizli aşk yaşadığı bir başka kadının, Sonya Danyolova’nın da kentiydi.
Vera Tulyakova ve Nazım
Sonya çok genç yaşta kanserden ölünce acısını şöyle dile getirmişti şair: “Pırağ’da Üç Leylek Lokantası’nda buluşurduk. / Şimdi, bir yol kıyısında, gözlerim kapalı duruyorum/ sen bir ölüm boyu benden uzak./ Belki Prag’da üç Leylek Lokantası yok,/ ben uyduruyorum”.
Pırağ’da ‘Üç Leylek Lokantası’ var, bizzat gidip gördüm çünkü. Hatta çevirmenim Tomas Lane ve Çek yayımcımla orada yemek yedik. Vltava’nın sağ yakasında, gözden uzak, kuytu bir yer.Bir zamanlar Nâzım’la Sonya’nın buluştukları, şairin ona içinden Süleyman Peygamber’in ‘türkülerin türküsü’nü mırıldandığı lokanta bugün daha çok turistlere hizmet veriyor.
Kentin bu kesiminde de barok mimari hala ayakta, arduvaz çatılar kurşuni, bakır külahlar yeşil. Taş yapılar birbirinden görkemli, sağlam ve güzel. Ama Prag bir başka baharı, Nâzım’ın Nezval’in ardından yazdığı dizelerdeki ‘yemyeşil, altın sarısı, sokaklara saldıran’ baharı değil de, ‘Kadife Devrim’le gelen bir başka baharı yaşıyor. Nâzım’ın baharı çoktan geride kaldı, unutulup gitti. Siyasi anlamda tarihe karıştı. Yine de, bana sorarsanız, şu dizelerde varlığını sürdürüyor:
“Slavya kahvesinde dostum Tavfer’le/ Vltava suyuna karşı oturup/ tatlı tatlı yarenliği severim/ hele sabahları hele baharda./ Hele sabahları hele baharda/ Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır/ ve kızıl, kocaman bir elma gibi/ Nezval geçer taze çıkmış kabrinden”.
NAZIM FOTOĞRAFLI KAHVE
Slavya kahvesi bugün de kentin en ferah, en güzel mekânlarından. Buraya yolu düşen ünlülerin fotoğraflarıyla kaplı duvarlar. Aralarında Nâzım Hikmet’in de küçük çerçeveli, güzel bir fotoğrafı var. Irmağa bakan bir masaya oturup Nâzım’ın Prag günlerini düşündüm.
Şair bu kentin yazarlarından söz ederken Kafka’yı atlamıştı nedense. Belki de, geçen yüzyılın bu en önemli, en özgün, en aykırı yazarını okumamıştı. Olabilir. ‘İzler ve Gölgeler’ adlı kitabımda, kendi payıma bu eksiği kapatmaya çalıştığım için müsterihim.
Karşımda, camın ve taş köprülerin ötesinden Şato görünüyor. Mavi göğü delen sivri çan kuleleriyle kilisesi, kırmızı çatıları ve sayısız penceresiyle kentin üzerine yıkılacakmış gibi duruyor. Bir tehdit oluşturmuyor ama. Siyasi iktidarın odağı ‘Şato’ insanların özel yaşamını denetlemiyor artık, yatak odalarına da girmiyor. Beyinlerine girmediği gibi...
Demokratik kurallar ve değerler çerçevesinde ülkeyi yönetiyor, o kadar. Kafka’nın şatosu gibi ulaşılmaz da değil. Dileyen gidip ziyaret edebilir.Beni Slavya kahvesine çeken Nâzım Hikmet değil yalnızca.
Irmak boyunca dizili masaların bitimindeki duvarda ‘Absent’ adlı bir tablo var. Kahvedeki tek yağlı boya tablo da bu. Başını ellerinin arasına almış, şapkasını çıkarıp masaya koymuş, iki dirhem bir çekirdek ama saçı başı darmadağın, keçi sakallı, sarışın adamın karşısındaki çıplak kadının yeşil hayaline dalıp gidiyorum.
Kadın masada çarşaf gibi açılmış gazetenin üzerinde oturuyor, arkası bize dönük. Geri plandaki kıskanç kocayı da görüyorum. Gazetenin ne manşeti okunuyor ne de içindeki haberler. Dolayısıyla gündemden, dünyada olup bitenlerden haberimiz yok. İyi ki de yok. Olsaydı belki bu kadar merak etmezdik çıplak kadının kimliğini.
Ayrıca o da, karşı tepeler gibi yeşil bir hayal, gerçek değil. Kafka’nın şatosu kadar ulaşılmaz ve çekici. Aslında uzak bir anı bu kadın, Prag’da yatan, Sonya gibi hayata çok erken veda eden tüm genç kadınların simgesi. Arkasını bize dönmüş, hafifçe keçi sakallıya doğru eğilmiş, kulağına bir şeyler fısıldıyor. Onu halâ çok sevdiğini mi söylüyor acaba? Belki de. Tablodaki her iki adamı da perişan ettiği böyle çırıl- çıplak, kıçının üstünde oturuşundan belli.
Prag günlerinde Nazım Hikmet
Birden, Nâzım’ı da, hayatının sonbaharında, sürgün yılları boyunca, kadınların perişan ettiği geliyor aklıma. Yoksa Prag’da şu dizeleri yazmazdı:“Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok:/ huzursuz, uzak/ ve yaldızlarda kararmış keder./ Pırağ’da Yahudi mezarlığında sessiz ve soluksuz ölüm./ Ah gülüm, ah gülüm/ muhacirlik ölümden beter.”