Polanya’dan Haliç’e yürüdü, dört kitap yazdı
İngiliz yazar Jason Goodwin (46), 1990’da iki arkadaşıyla tekrarlanması zor bir seyahate imza attı. Baltık Denizi’nin kıyısındaki Gdansk’tan yola çıkıp “Avrupa’nın başlangıcı” kabul ettiği Haliç’e kadar yürüdü.
Bu yolculuğunu, anlattığı kitabı “Bir Ucu Altın Boynuz” geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilip yayımlandı. Ardından İstanbul’da geçen “Yeniçeri Ağacı” ve “Yılanlı Sütun” romanlarını yazdı. “Ufukların Efendisi Osmanlılar” adlı bir tarih çalışması kaleme aldı. Bugünlerde İstanbul üzerine gezi kitabı hazırlayan Goodwin, önceki hafta Avrupa Yazarlar Parlamentosu için İstanbul’daydı. Bu zorlu yolculuğun hayatında açtığı yeni pencereleri anlattı.
Yolculuk fikri ilk olarak nereden çıktı?
- 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, eski rejimler devrildi, Doğu’ya giden yol 50 yıl sonra ilk kez açıldı. Avrupa kavramı genişledi. Gorbaçov, muhtemelen Rusya ve Türkiye’yi de içeren “ortak bir Avrupa evi”nden söz ediyordu. Yeni Avrupa’yı merak edecek kadar genç ve cahildim; gözlerimle görmek istedim. İstanbul, hep en merak ettiğim şehirdi: Geziyi bir tür hac yolculuğuna çevirmek istedim. Uçağa atlayıp, pat diye şehre inmek yetmezdi bana. İnsanlarla tanışmak; değişen manzaraların, dillerin, bölge tarihinin tadına varmak, değerini kavramak için zaman ayırmak, eski zamanın hızıyla ilerlemek gerekir. İstanbul’un nasıl güneydoğu Avrupa’nın görkemli başkenti haline geldiğini anlamak istiyordum. Bunun için demiryollarının öncesinde, herkesin yaptığı gibi yürüyerek yolculuk etmem gerekiyordu.
Yolculuğun detaylarını, rotayı nasıl belirlediniz?
- İngiltere’den Polonya’ya her hafta gemi kalkıyordu, Gdansk romantik bir başlangıç olacaktı. Sonrasında bize en ilginç gelen güzergahı seçtik. Aşağıya Krakow’a, Karpatlar’ın üzerinden Büyük Macaristan Ovası’na ve sonra da Transilvanya’ya yöneldik. Tuna Nehri üzerindeki Rusçuk’tan Edirne’ye vardık. İyi bir harita bulamamıştık. Alman basımı eski Kuzey Polonya haritası, ABD ordusuna ait uydu haritaları kullandık. Tanıştıklarımızın tavsiyelerine uyduk, bir kısmı yararlı oldu. Amacımız yolculuktu, tüm hazırlıkları tamamlamak için bekleseydim, yola çıkamazdım.
İKİ AŞK BİRDEN YAŞADIM
Geçtiğiniz ülkelerde 1990’lardan bu yana büyük ekonomik, sosyal değişiklik yaşandı, o zaman nasıldı?
- Muhteşemdi! Doğu Bloku çökmüştü, şehirlerde halk mutlu ve heyecanlıydı. Taşrada hayat değişmemişti. Hâlâ ortaçağı andıran hayat sürüyordu, birçok bölgede halk memnundu. Sadece Romanya’da umudun yanında şüphe, korku vardı. Macar azınlık ve Rumen çoğunluk arasındaki ilişkiler gergindi. Özellikle Rumenler endişeliydi. Devrimin gerçek mi, darbe mi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Halk birbirinden şüpheleniyordu. Transilvanya’da 800 yıldır yaşayan Alman azınlık, daha güvenli bir hayat umuduyla Almanya’ya göçüyordu. Yüzyıllardır değişmeyen hayatların değişimine tanık olmak müthiş bir fırsattı. Bunu bir kez daha görmek mümkün olmayabilir.
En unutulmaz şehir hangisiydi?
- Krakow ve Edirne. Krakow, mutlu, neşeli, küçük bir ortaçağ şehri. Tramvayları, çiçek tezgâhları, öğrencileri, küçük köpeklerini gezdiren zarif yaşlı hanımlarıyla 1930’ları anımsatıyor. 1684’te Viyana’dan çekilen Osmanlılar’ın muhteşem çadırları, silahları dahil olmak üzere, şehrin müzesinde görecek o kadar çok şey var ki! Geçen yıl bir kez daha gittiğimde pek değişmemişti. Edirne ise Türkiye’yle ilk karşılaşmamdı. Hiç unutmayacağım. İlk kez büyük bir Osmanlı camisi gördüm. Atmosfer öyle rahat, yemekler öyle güzeldi ki! Tabii ki en büyük aşkım İstanbul.
Kitabınız Haliç’te sona eriyor, neden devamını yazmadınız?
- Bir Ucu Altın Boynuz yolcuğun kitabı, varışın değil. Sonrası benim hayatım. İstanbul’a ve yolculuk arkadaşım Kate’e âşık oldum. Onlardan ayrılmamaya karar verdim. İstanbul bana kitaplarımı, Kate çocuklarımı verdi. Şanslıydım yani. Yolculuk boyunca küçük köylerden geçip, vardığımız yerlerde ilgiyle karşılandık. Basit yiyeceklerle beslenip, kendimizi mevsimlerin ritmine bıraktık. Sonra ansızın dev, gizemli bir şehre vardık. İki kişilik yolculuk oyunumuzun yerini muhteşem şehir aldı. Bundan sonrası yeni bir kitabın konusu olabilirdi ancak. Belki de şimdi bunu yazıyorumdur...
İSTANBUL’LA İŞİM BİTMEDİ
Romanlarınızda da İstanbul’u anlatıyorsunuz. Nereden kaynaklanıyor bu ilgi, sevgi?
- Konumu, ihtişamlı geçmişi, mimarisi, halkı beni hep büyülemiştir. Şehirle ilk karşılaşmam hayal âleminde, bir şiir imgesiydi. Sonra Cambridge’de Bizans tarihi, sanatı okudum. Nabzı hâlâ Boğaziçi kıyılarında atan şehrin etki ve önemini bu yolculuktan sonra tam olarak kavradım. Sanat ve mimarinin farklı dönemleriyle dolu, her şeyin üst üste yığıldığı muhteşem bir megalopolis. Bu çıkarsama, Osmanlı tarihini araştırıp Ufukların Efendisi Osmanlılar’ı yazarken bana yardımcı oldu. Bu da geçmişe doğru yapılan bir seyahat kitabı. Romanlarım klasik imparatorluk döneminin sonunda, İstanbul’un herhalde en canlı, heyecanlı ve çeşitli olduğu Tanzimat döneminin başında geçiyor. İstanbul’la işim bitmedi.
Bir Ucu Altınboynuz kitabını yazma fikri yola ilk çıktığınızda var mıydı?
- Daha önce Hindistan ve Çin’in çay bölgelerini gezip, tarihini de içeren bir kitap yazmıştım. Başlangıç ve sonu olan bir yolculuğun kitabını yazmak istiyordum. Notlar aldım. Ama bunlar çoğunlukla açlık, yemek arayışı üzerineydi. Yazmaya oturunca notlarda yazmayan ayrıntılar öne çıktı.
Kitabı gezinin ötesinde yakın tarih tanıklığı olarak değerlendirebilir miyiz?
- Elbette. Her yolculuk, hayat için bir metafordur. Yazmak; elimizdeki malzemede temalar, sahneler ve beklenmeyecek bağlantılar aramaktır. Tarih de, tıpkı hayat gibi, bir yolculuk gibi, olayların sonu gelmemecesine arka arkaya dizilmesidir. Önemli olan örgüyü kurma, hikâyeye dönüştürme biçimimiz. Gerçek hikâyenin içindedir. Tarihin tamamı özneldir ama biz birbirimizin bakış açısını anlamanın yollarını ararız.
Bunca maceradan sonra Haliç’e vardığınızda neler hissettiniz?
- Sultanahmet’te kaldığımız otelin sahibi yürüyerek geldiğimizi öğrenince çok şaşırdı. “Bir Kalaşnikov’unuz vardı herhalde” dedi. Her şeye bayıldık: Semtlere, kokulara, yemeklere, çıtır ekmeğe... Birkaç gün kaldıktan sonra çabucak İngiltere’ye gidip ailelerimizi görmeye ve sonra hemen İstanbul’a dönmeye karar verdik. Görülecek ve yapılacak öyle çok şey vardı ki! Trene atlayıp döndük. Sonra hayat telaşından yedi yıl İstanbul’a gelmedim.
MUTLAKA AYASOFYA’YA HAMDİ RESTORAN’A UĞRARIM
İstanbul’un hangi semtlerini seviyorsunuz, dostlarınıza nereleri görmelerini öneriyorsunuz?
- İstanbul’u hâlâ hayalleri süsleyen bir şehir. Ne başlangıcı var ne de sonu. Kapalıçarşı’nın yanındaki Büyük Valide Han’ın çatısına çıkıp oturmayı ve oradan Boğaz’ı, Haliç’i izlemeyi seviyorum. Orada tuhaf insanlarla da tanışabiliyorsunuz.
Çoğunlukla küçük otelleri tercih ediyorum. Ama Sultanahmet’teki Four Seasons dünyanın en iyi otellerinden. İbrahim Paşa Oteli’ni (Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin arkasında) seviyorum. Keşfe başlamak için çok iyi bir yer. Gece bekçisinin eşi kahvaltı için yoğurt yapıyor. Sürprizlere açık Beyoğlu’nu seviyorum. Her gelişte Ayasofya, Hamdi Restoran ve Rüstem Paşa Camisi’ne uğrarım. Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nın havasını koklamayı severim. Dilmen Kitabevi’nde kitapları karıştırırım. Çarşıda sikkeler ve banknotlar satan dükkanlar başlı başına bir tarih dersidir. Topkapı Sarayı’ndaki Harem ve Süleymaniye mutlaka görülmeli. Boğaziçi vapuruna binilmeli. İngilizlere ilk İngiliz-Osmanlı ittifakının şerefine inşa edilen Kırım Kilisesi’ni görmelerini öneriyorum. Çok şaşırıyorlar. İstanbul herkesi daima şaşırtır! Bir sonraki gelişimde Santral İstanbul’u görmek istiyorum.
Bu yolculuk hayata bakışınızda ne gibi değişikliklere yol açtı, önünüzde ne gibi yeni kapılar açtı?
- Yeni kitaplar ve bir eş kazandırdı. Polonya’dan yola çıktığımda bunu bilmiyordum. Osmanlı tarihine ilgim arttı.
Şimdi İstanbul Gezi Rehberi hazırlıyorsunuz. İstanbul’u nasıl gezdireceksiniz ziyaretçilere?
- Acele etmeden hazırlıyorum. Şehrin yürüyerek, rahatça gezilmesini sağlayacak, başka türlü göremeyecekleri yerleri gösterecek, güzel manzaralı özel yerlerde bir kahve içimi mola vermeye teşvik edecek bir rehber bu. Belki bir elektronik kitap olacak.
POLONYA’DA GÜN BOYU ISLATILDIK TRANSİLVANYA’DA İYİ AĞIRLANDIK
Rotamızın en güzel, romantik bölgesi Transilvanya’yı altı haftada geçtik. Bölgenin tarihi yoğun ve karmaşık. Birçok kavim yaşamış burada. Etkileri mutfaktan mimariye her yerde görülüyor. Modern hayat taşra yaşamını bozamamış. Her akşam bir ortaçağ köyüne varıyor, kapıları çalıp yatacak yer arıyorduk. Birçok arkadaş edindik, bizi yolumuz üstündeki arkadaşlarına yönlendirdiler. Macar papazların misafirperverliği unutulmazdı. Kimi günler 30 kilometre yürürdük. Köylere güneş batmadan varmak gerekir. Akşam kapılar şüpheyle açılıyor. Yolculuk boyunca evlerde, samanlıklarda ağırlandık. Ahırda bile uyuduğumuz oldu. Bize sahip çıktılar, yemek hatta ısınmamız için küçük dozlarda schnapps verdiler. Sadece bir gece, yağmurda bir otobüs durağında uyumak zorunda kaldık. İlginçtir, misafirperver köylüler hep bir sonraki durak konusunda uyarır “yabancı sevmezler” ya da “onlar katildir” derlerdi. Yani ötekilere karşı korku dikkat çekiciydi. Ama tehlikeli denilen yerlerde hep iyi ağırlandık. Transilvanya’nın içlerinde köylüler geleneksel el işi kıyafetler giyiyordu. Bir süre sonra trenle İngiltere’ye dönerken, Budapeşte’de köylü kadınların bu yelekleri satıp, parasıyla Adidas eşofman, ayakkabı aldığını gördüm. Çılgın ve trajik bir değişimdi. Paskalya’daki Islak Pazartesi’de Polonya’da bir sabah samanlıkta Kate’in üstüne dökülen suyla uyandık. O gün, yol boyunca delikanlılar Kate’i ıslattı. Bunun bir pagan geleneği olduğunu öğrendik.