Paris nasıl bir şeeer?
Ustam, Hocam, Ağabeyim... AKP'nin ortaya abuk sabuk bir zina konusu atması, 40 akıllının peşinden kuyuya dalması niyedir? AB yolunda bunun bir sorun, bir bahane olacağını bilmezler mi? Bu AKP'liler Avrupa'ya ve AB'ye gireceğimize gerçekten inanıyorlar mı, istiyorlar mı, diye sordum. "Sen Paris'e giden Laz'ın hikayesini bilir misin? Bak anlatayım, sen Brüksel'e uyarla" dedi.
Laz’ın biri, dağ köyünden çamurda düşe kalka, iki saatte yürüyerek ancak inmiş yola. Kasabaya giden yolda dilenip bir saate yakın bir araba geçer diye beklemiş. Sonunda bir minibüsü çevirmiş, yer olmadığı için arabanın üstünde, denklerin arasında iki saat daha yol yapmış. Toz toprak içinde kasabaya varmış.
Bir kahvede bir saat kadar otobüsü beklemiş. Son arabada yer olmadığı için şehre kadar bir buçuk saat ayakta yolculuk etmiş. Ankara otobüsü sabah erken kalktığından, geceyi otogarda, bir tahta iskemlede uyuklayarak geçirmiş. Ardından yedi sekiz saatlik bir otobüs yolculuğu ve nihayet Ankara’ya varmış. Otogardan iki minibüs değiştirerek gara ancak ulaşmış. İstanbul’a giden tren gece kalkıyor, demişler. İstasyonda oturup geceyi beklemiş. Sekiz dokuz saat sallana sallana Haydarpaşa’ya gelmiş. Yine sırtına vurmuş dengini, vapurla karşıya geçmiş, yine sırtına vurmuş, Sirkeci Garı’na varmış. Burada da aynı cevabı vermişler, Paris’e giden tren gece hareket ediyor... Malını kimseye emanet edememiş ki çıkıp Sirkeci’yi bir turlasın. Üstüne oturup aç bilaç akşamı etmiş. Neyse, akşam Paris’e giden trende yerini almış. İki gece ve üç gün süren uzun bir yolculuktan sonra Paris’e varmış. Paris garında köylüsü Dursun karşılamış onu. Sarılıp hasret gidermişler. Biri bavulu, diğeri dengi sırtına vurmuş, Dursun’un bekar evine kadar öfleye pöfleye taşımışlar.
Dursun’da kalmış, artık niye geldiyse, ne işi var idiyse, Paris’te üç dört günde tamamlamış işini, vizesi de zaten bir haftalık...
Zaman çabuk geçmiş, köylüsü Dursun’la birlikte, bavulu ve dengi sırtlarına vurmuşlar, yürüye yürüye gara gelmişler. Burada vedalaşmış iki arkadaş. Trenle iki gece üç günde İstanbul’a varmış. Bavulunu bir omzuna, dengini diğerine vurup, vapura kadar yürümüş, karşıya Haydarpaşa’ya geçmiş. Bu sefer geceyi beklememiş Allah’tan, eksprese atladığı gibi, şanslı adammış raydan çıkmadan, öndeki trenle tokuşmadan, sekiz dokuz saatte Ankara’ya varmış akşam vakti. Epey beklemiş o vakitte bir minibüs bulmak için. Yine dengini almak istememişler, yine kavga dövüş otogara gelmiş iki araba değiştirip. Şansı yaver gitmiş, hemen kalkan bir otobüs bulmuş. Yorgunluktan hemen kafasını vurup uyumuş. Sabah gün ağarırken varmış şehre. Kasabadan gelecek minibüsü beklemiş iki saat. Bu sefer iki saat sürmüş tozlu yollardan kasabaya gelmeleri. Aç bilaç, akşama kadar bir araba beklemiş. Sonunda DSİ’nin şoförü kıyamamış garibe de, atla arkaya demiş. Kamyonetin arkasında, sarsıla sarsıla, toz toprak yuta, bir saat daha sıkmış dişini. Sonunda yolun kenarında indirmişler, bir omzuna bavulunu, diğerine dengini vurmuş, bu sefer aynı yolu - dağı yokuş yukarı tırmandığından - ancak üç saatte yürüyebilmiş. Zaten bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor...
Köyüne sırılsıklam vardığında hava kararmış bile. Eşyasını eve bıraktığı gibi kahveye koşmuş hemen, bir çay içer kendime gelirim diye.
Camları nefesten buğulanmış kahveye girince bir alkıştır kopmuş. Köylüler bir çay söyleyip masalarına çağırmışlar. İçlerinden yaşlıca olan biri âdet üzre sormuş:
- Ula Temel, yediin içtiin senin olsun, he bi anlat bakalum Paris naaasıl bir şeeerdi?
- Valla, demiş beriki, güzel şeeer güzel de, yolu pek bir sapa be!