Nelson Mandela’nın ülkesi yazı yaşıyor
Serin bir kasım gecesinde kışa hazırlanan Paris’ten dev bir uçağa binip, Afrika kıtasını 10 saatte kuzeyden güneye aştım. Ilık bir yaz yaşayan Johannesburg’a kondum. Nadine Gordimer ve John M. Coetzee gibi Nobel ödüllü yazarlarıyla tanıdığım ülkenin iki büyük şehrini gezdim. Ümit Burnu’nda balinaları bekledim.
Cape Town’a gelmeden, teleferikle Masadağ’ın (Table Mountain) tepesine tırmanıp nefes kesen manzarayla karşılaşmadan önce uçakta haritaya baktığımı anımsıyorum. Cape Town bir kıtanın ucunda yer almıyordu yalnızca, Akdeniz kıyılarından Güney Yarımküre’ye, başka denizlere, okyanuslara doğru boylu boyunca uzayıp giden Afrika’nın bitiminde değil sanki dünyanın ucundaydı. Ümit Burnu’ndan aşağısı göz alabildiğine denizdi, Antarktika’ya dek. Kent, birkaç gökdeleni, tertemiz sokakları ve modern yapılarıyla, gecekondulardan oluşan varoşlarıyla, karadan öc alırcasına kayalara çarpan Hint ve Atlantik okyanuslarının dalgalarından korunabilmek için kuytu bir koya sığınmış, öyle bir başına, dağların yamacına doğru serpilip yayılmıŞtı. Kuşkusuz bu nedenle, harita üzerinde bile uzaklık duygusu uyandırıyordu. “Buradan öteye yol yok sana, ötesi gidip de dönülmeyen denizlerdir” dercesine. Kuzeydense kulağa hoş ve yabancı gelen, alıp götüren, ama bu kez engine, bilinmeze doğru değil içeriye, uçsuz bucaksız çöl ve düzlüklere, dağlarla ormanlara götüren, çamur rengi azgın nehirlerin deltalarına çağıran ülkelerin adlarıyla çevriliydi: Svaziland, Mozambik, Zimbave, Bostvana, Namibya. Uçakta haritaya bakmakla yetinmemiş, Johannesburg’a uğradıktan sonra “anakent”inde olacağım ülke hakkında gerekli bilgileri de edinmiştim.
KONUŞULAN 11 DİLİN HEPSİ RESMİ STATÜDE
Güney Afrika’nın başkenti Pretoria’ydı ama “anakent” denilen Cape Town, Avrupa’dan gelen göçmenlerin ilk yerleşim merkeziydi. 16’ncı yüzyıla, hatta çok daha eskilere dek gidiyordu tarihi. Etnik ve kültürel açıdan çoğul bir ülkeydi Güney Afrika Cumhuriyeti. Halk Zulular, Havsalar, Sotholar, Buşimanlar ve diğer kabileler gibi siyah ırkın temsilcileriyle Hollandalı ve İngiliz sömürgecilerin soyundan gelen Afrikanerlerden, bir de bu sonuncuların Asya kökenli göçmenlerle karışmasından türemiş melezlerden oluşuyordu. Tam 11 dil konuşuluyordu 50 milyon nüfuslu ülkede ve bunların tümü “resmi dil” konumundaydı. Ama İngilizce ve Hollandaca kökenli Afrikan diliydi ulusun ortak anlaşma aracı, çünkü eğitim bu dillerde yapılıyordu. Güney Afrika’yı Nadine Gordimer ve John M. Coetzee gibi Nobel ödüllü yazarlarıyla tanımıştım bu yolculuğa çıkmadan önce. Breytan Breytenbach’la Paris’te başlayıp Hollandalı yayımcım Laurence van Crevelen sayesinde Amsterdam’da pekişen bir dostluğum olmuştu. Breytan sürgündeydi, “apartheid”a, yani ırk ayrımı politikalarına karşı çıktığından ülkesine dönemiyordu o yıllarda. Ve bir süre hapis yatan André Brink’in yasak yapıtları, ırk ayrımının, siyasi sözlüğümüze bir kara leke, bir insanlık suçu olarak giren “apartheid”ın ne denli çağdışı bir uygulama olduğunu öğretmişti bana. Yalnızca Brink’in değil daha pek çok yazarın kitabı yasaktı, aydınlar da ya hapiste ya sürgündeydi.
GÖKKUŞAĞI GİBİ HALK
Güney Afrikalı yazarların dünyasıyla tanışmadan çok önce, Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken geceleyin geç vakit yatakhanede herkes uykuya daldıktan sonra cep lambasının ışığında dalıp gittiğim kitaplar arasında Richard Rive’inkiler de vardı. Bu yazarın “apartheid”a başkaldıran “Sıra” adlı öyküsünü daha o yıllarda Türkçeye çevirdiğimi ve Yaşar Nabi’nin bu çevirimi Dünyaya Açılan Pencere dergisinde yayımladığını anımsıyorum. Şimdi üzerinde “Beyazlara mahsustur” yazan o sıralar müzede sergileniyor. Ve Güney Afrika’nın en gözde yazarlarından Ivan Vladislavic’in “Propaganda Anıtları” adlı romanında anlattığı gibi, müze envanterine dahil olduklarından, hiç kimse oturamıyor üzerlerine. Diyeceğim, ergenlik çağımda kitaplar aracılığıyla yakınlık kurmuştum bu ülkeyle ve eşsiz manzaralarından, vahşi hayvanlarından, bitki örtüsüyle balinalarından çok siyasi rejimini merak etmiş, 1994’te ortadan kaldırılıncaya dek “apartheid”la mücadele edenlerin yanında yer almıştım.
Bugün dünyanın en demokratik anayasalarından birine sahip Güney Afrika Cumhuriyeti. Ve uzun ömrünün neredeyse üçte birini hapiste geçiren başkan Nelson Mandela’nın dediği gibi, zenginliğini altın madenleriyle elmaslarından değil, halkının renkleriyle yaratıcı dehasından alıyor. Nobel Barış ödüllü rahip Desmond Tutu’nun deyimiyle “gökkuşağı” kıvamında bir halkı var bu ülkenin ve artık “apartheid”dan ve tüm baskılardan azade, demokrasi ve özgürlüğün tadını çıkarıyor. Yine de yoksulluğun kol gezdiğini, tüm Afrika’da olduğu gibi eşitsiz gelir dağılımının siyah halk kitlelerini daha da yoksullaştırdığını belirtmeden geçmeyeyim. AIDS’in kasıp kavurduğu ülkelerin de başını çekiyor Güney Afrika. Mandela’nın oğullarından birinin bu hastalıktan öldüğünü öğrendim bir arkadaşımdan. Doğrusu şaşırmadım. Babası siyasi direnişin bedelini ödemişti, oğluysa cinsel özgürlüğün bedelini.
Kıtanın bağrına hançer sapladılar
“Apartheid,” Afrikan dilinde “ayrım” anlamına geliyor. Ülkeyi oluşturan halkları zenci ve beyaz temelinde ayıran, siyasi hakların yalnızca beyaz ırka verildiği rejimin adı. Aynı zamanda siyasi ideolojisi. 1948-1994 yılları arasında, yani Afrika’nın diğer ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da süregelen, 20’nci yüzyılın en büyük utançlarından birisi. Bu rejimin kurucuları başbakan Hendrik Verwoerd (1901-1966) ve ülkenin ilk devlet başkanı Charles Swart (1894-1982) artık yaşamıyor ama geride bıraktıkları travmanın izi belleklerde. Zencilerin de katılabildiği ilk demokratik seçimlerden sonra iktidara gelen ANC’nin lideri Nelson Mandela ise, tam 28 yıllık esaretinin bitiminde, 11 Şubat 1990’da özgürlüğüne kavuşabilmiş ancak. Ve ülkenin ilk zenci cumhurbaşkanı seçilmiş. Kara tenli bir siyasetçinin devletin başına geçmesi ne fincancı katırlarını ürkütmüş ne de kıyametin kopmasına yol açmış.
Şubat ortasına kadar yaz
Güney Afrika’da ekimden şubat ortasına yaz. Ortalama maksimum sıcaklıklar Cape Town ve Johannesburg’da 26, George Town’da 25 derece. Güneşli sabahları çoğunlukla sağnak yağmurlu ikindiler izliyor, ancak hava çok çabuk açıyor. Sadece Upington, Musina gibi şehirlerde en sıcak günlerde termometreler 35 dereceye kadar yükseliyor. Sonbahar nisanda yerini kışa bırakıyor, üç büyük şehirde sıcaklıklar 4-18 derece arasında seyrediyor. Bahar ise ağustostan ekim ortasına kadar sürüyor.
Gece uçuşunda uzak hayaller
Bu ikinci binişim iki katlı dev uçağa. Teknolojiden anlamasam da Airbus 380’nin alışılmadık ölçüde geniş, konforlu ve sessiz olduğunu biliyordum.Charles de Gaule Havaalanı’nın hizmete yeni açılan pırıl pırıl Air France terminalinden Johannesburg uçağının ikinci katına yüksek bir yapıya çıkar gibi binip kendimi gece uçuşunun büyüsüne bıraktım.
“Gece Uçuşu” deyince Antoine de Saint-Exupery’nin çocuk yaşta okuduğum, anlayamadığım kitabı geliyor aklıma. Sorbonne’da öğrenciyken ikinci okuyuşumda Exupery gibi pilot olmadığıma, dünyayı gökyüzünden keşfedemediğime çok hayıflanmıştım. Yazar Patagonya’yı güneyden kuzeye kateden pilotun (bizzat kendisinin) izlenimlerini ne güzel anlatır. Dağları, fırtınaya tutulan uçağın yaşam savaşını, aşağıdaki köy ışıklarının kokpitteki yalnız pilotta yarattığı çağrışımları... Yazar uçağıyla Akdeniz’in dibini boylamadan önce, 50 yıl sonra dev uçakların Afrika’yı 10 bin metre yüksekten 10 saatte katedeceğini hayal etmiş miydi acaba?
ÇOCUKLUĞUMUN AFRİKA’SI
İki küçük şişe şarap eşliğindeki yemekten sonra kulaklığı takıp tamtamların ritmine bırakıyorum kendimi. Nedense, ilk Afrika yolculuğumdan, Nijer’de tanık olduğum Tuareg’lerin başkent Niamey’e doğru çıktıkları uzun yürüyüşün görüntüleri düşüyor aklıma. Oysa bu kez kıtanın en zengin ülkesine gidiyorum. 10 bin metre yüksekten de olsa, kıtayı kuzeyden güneye katetmek, eski anılara dalmak… Oysa biliyorum gerçek bambaşka, çok daha acı. Irmağa yan gelip yatmış su aygırlarıyla daldan dala atlayan kırmızı kıçlı maymunlar, çıngıraklı yılanlarla çıyanlar, kazanlarda insan kaynatan yamyamlar çocukluğumdaki kitaplarda kaldı. Bir de, okumaya doyamadığım, hâlâ kitaplığımın bir köşesinde duran İki Çocuğun Devri Alemi’nde. Tanrı sanki ben keşfedeyim diye yaratmıştı bu “alemler”i, sünnet hediyesi atlasımdan fışkıran balta girmemiş ormanlarla uçsuz bucaksız okyanusları, karlı dağlarla düz ovaları. Gölgeli, ıssız koyakları. Az sonra Johannesburg’da başka bir “alem”in, Afrika gerçeğinin içinde olacağımı bilsem de zihnimden bir türlü çıkmıyor çocukluğumun Afrika’sı. Derken, tamtamlarla birlikte görüntüler de uzaklaşıyor. Uçakta ışıklar söner sönmez kendi dünyalarıyla baş başa kalıyor yolcular. Dışarıda gece her şeyi, yıldızları bile, yavaşça örtüyor. Uyku tanrıçası Morphée’nin kollarında düşlerimiz ve karabasanlarımızlayız artık. Güzel tanrıça bir süreliğine teslim alacak bizi, sonra hayatlarımızı bağışlayıp gerçek dünyaya iade edecek.
Güvenlik takıntılı Johannesburg
Beyazların evleri kaleler içinde, zencilerin gecekonduları zincirli. Gündüz sokakta insan az, gece neredeyse hiç yok. Bu sayede güvenli Johannesburg. Görülesi bir şehir, yaşanası değil.
Güney Afrika’nın en büyük kenti Johannesburg, görkemli havaalanı, gökdelenleri, TV kuleleri, iş merkezi ve AVM’leri, çevreyollarıyla “Afrika’da kentler varmış” dedirtiyor. Uçaktan Amerika’yı anımsatıyor biraz. Ama yakından bakınca, karanlık caddelerde in cin top oynuyor. Gündüz de insanlarından çok sanki yapılarıyla öne çıkıyor. Apartheid’in sona ermesinin ardından varoşlardaki “township” adlı gecekondularda yaşayan ve bir zamanlar merkezde dolaşmaları yasaklanan zenciler, deyim yerindeyse ele geçirmiş kenti, varlıklı beyaz kesim de çözümü varoşlara taşınmakta bulmuş. Bu kesimin bahçe içindeki iki katlı villaları dışardan bakıldığında hapishaneyi andırıyor. Yüksek duvarlar, dikenli teller, demir parmaklıklı pencereler ve alarm sistemli kapılar. İçerden ne kadar konforlu, lüks de görünseler tuhaf bir ürperti uyandırıyorlar. Güvenlik gerekçesiyle her biri kaleye dönüşmüş. Önlerinden geçerken özel hapishanelerden oluşan bir kent izlenimi ediniyorsunuz. Kaldığım pansiyonda avlu duvarlarla bölünmüş, içinde rahatça kaybolabileceğiniz bir labirente dönüşmüştü. Girip çıkışlar kontrol altındaydı. Devasa demir kapının açılması için bekçilere dışardan telefon etmem gerekti her defasında. Yandaki golf sahasıysa, kentin geceleyin karanlık caddeleri gibi bomboştu. Yoksul semtlerde de aynı durum söz konusuydu. Gecekondularda bile dikenli teller, alarm sistemleri vardı, çalınacak pek bir şey olmasa da.
EN KÂRLI SEKTÖR
Bu ülkede en kârlı yatırım alanının güvenlik ürünleri olduğunu düşündüm.Sabahleyin The Star gazetesine göz atınca tahminimde yanılmadığımı fark ettim. Birinci sayfadaki haberde “cinayet başkentleri” arasında Johannesburg ve Cape Town ön sırada yer alıyordu. Cinayet sayısındaki artış gerçekten endişe vericiydi. İşsizlik oranının yüzde 30’u geçtiği bir toplumda doğal sayılabilecek bir gelişme belki, ama kentin sokaklarında elinizi kolunuzu sallayarak dolaşamamanız, otellerin önerdiği taksilere binmek zorunda kalmanız, cep telefonuyla herkesin gözü önünde konuşamamanız, geceleyin odanızın kapısını birkaç kez kilitlemeniz keyfinizin kaçması için yeterli. Yine de görülesi bir kent Johannesburg, ama yaşanası bir yer değil. Caddelerde otomobil çok, yaya az. Gece ya da gündüz, hiç olmadık saatlerde çöp toplayanlara rastlanıyor. Çöpçü değil bunlar, büyük çuvallar yükledikleri el arabalarıyla sokakları geziyor, topladıkları çöplerle geçiniyorlar. Söylemeye gerek yok, hepsi zenci.
İKİ IRKIN YEGANE SOSYALLEŞME MEKANI
Kentin kalabalık, oldukça canlı mahallelerinde dolaşırken tek beyaz göremiyorsunuz. Apartheid kalkalı yıllar olmuş ama günlük hayatın hemen her düzeyinde ırk ayrımı kendini hissettiriyor. Akşam yemeğine şık bir lokantaya davetliydim, tek zenci yoktu masalarda.
Üniversitenin kampusu hariç, zenci ve beyazların kaynaştığı bir kamusal alan göremediğimi de itiraf etmeliyim. Dünyanın en demokratik anayasasına sahip olmak yetmiyor demek ki. Eşitliğin hayata geçmesi için toplumsal reformlar yapmak, halkın refah düzeyini yükseltmek de gerekiyor.
Nelson Mandela, ülkenin ulusal kahramanı hâlâ, ama mücadelesinin tümüyle başarıya ulaştığı söylenemez. Zenci liderin karizmasını, belleklerdeki yerini kimse tartışmıyor. Uçakların üzerinde bile fotoğrafları var. Aktif siyasetten çekilen 94 yaşındaki Mandela “gökkuşağı toplumu”nun kalbindeki yerini koruyor...
Yeni kafatası avcıları
Johannesburg ülkenin en büyük kenti, nüfusu dört milyona yakın. Altın madenlerinin keşfedilip işletilmeye başlanmasından sonra zenginleşmiş, ama zenginliğin eşit paylaşılmadığı, birkaç beyaz ailenin denetiminde olduğunu da belirtmeliyim. Madenlerden çıkarılan hafriyat nedeniyle toprak tepeler oluşmuş kentin çevresinde. Elmas ve altına hücumun kentin tarihinde önemli yeri var. Kafatasına hücumun da. Milyonlarca yıl önce yaşamış hemcinslerimizin iskeletleri bu yörede keşfedilmiş. İnsanbilimciler kemiklerin peşinde. Onlar sayesinde İslâm’ın eşref-i mahlûkat olarak tanımladığı insanoğlunun cennetten kovulmayıp bu topraklardan geldiğini, milyonlarca yıl bu yörede yaşadıktan sonra dünyanın dört bir yanına Güney Afrika’dan dağıldığını öğreniyoruz.
Masadağı’nın eteklerinde
Cape Town’ın en önemli özelliği coğrafyası. Modern ve albenisi olan bir yerleşim. Masadağı’nın yanıbaşındaki Aslantepe’den enginde yol alan gemiler görülüyor.
İnsanlığın beşiği Afrika. Beş kıtaya yayılmadan önce, hatta iki ayağı üzerinde dikilmeden önce insanlar burada, korunaklı mağaralarda yaşıyordu. Yani yörenin tarihi insanoğlununkiyle özdeş. Cape Town müzesinde atalarımız Homo sapiens sapiens’in ayakizi kalıplarını görebilirsiniz. Sömürgecilerin bu kıyılar ayak basmasının üstünden ise 400 yıl geçmiş. Boyerler (Hollandaca köylü) 1652’de çıkmış bu koya. Endonezya yolunda gemileri fırtınada batınca, yerlileri içlere sürüp Masadağ’ın eteklerine yerleşmişler. Tarım, ticaret yapmışlar. Derken Huguenotlar, yani Fransız protestanları katılmış aralarına. Gemiler erzaklarını, skorpit hastalığına ilacı buradan sağlamaya başlamış. Ümit Burnu’nun 15’inci yüzyılın sonlarında Portekizlilerce keşfinden çok sonra, Hollandalı doktor Jan van Riebeck atmış Cape Town’ın temellerini. Kentin yeni onarılmış kalesi de o dönemden kalma.
ÇEKİCİ DEĞİL
Bana sorarsanız Cape Town’ın en önemli özelliği coğrafyası. Modern, albenili. Fakat çekici değil. Küçük limanı önemini yitirmiş. Yalnızca Masadağ ve üzerinden hiç eksik olmayan ak bulut değil onu güzelleştiren. Yanında bir tepe daha var: Aslantepe. Oradan da enginde yol alan gemiler görünüyor. Mandela’nın hapsedildiği adaysa (Robben Island) iki okyanusun birleştiği yerde öyle dümdüz, eski günlerin utancıyla uzayıp gidiyor. Ve turizme açıldığı için ziyaretçilerin sayısı giderek çoğalıyor. Masadağ’ın etekleri kentin varoşlarından yemyeşil başlayıp yukarıya doğru sarp, çıplak kayalara dönüşüyor.Kayalarda uğuldayan sert rüzgâra rağmen zirveden kıpırdamayan, güzel havalarda akça pakça, yağmurda külrengi olan bulutunsa ilginç bir öyküsü var.
HUNKS’I ŞEYTAN GÖTÜRDÜ
Pipo tiryakisi Jan van Hunks adlı bir Hollandalı varmış. Masadağ’ın “Şeytan Tepe” mevkiini pek sever, Allah’ın her günü üşenmeyip zirveye tırmanıp manzaraya karşı piposunu tüttürürmüş. Güneşli bir günde ağzında piposuyla bir yabancı çıkagelmiş. Mağrur ve gizemli bir hali varmış. Hunsk’un sinirine dokunmuş bu yabancı. “Var mısın yarışa, piposunu en uzun kim tüttürecek” demiş. İddiayı, epeyce ter dökse de, sonunda öksürükten boğulayazsa da, Hunsk kazanmış. Yabancı altta kalır mı? Üstelik ademoğlu değil, Şeytan’ın ta kendisiymiş meğer. Alıp götürmüş Hunks’ı. Bir zamanlar Allah’ın buyruğunu dinlemeyip önünde secde etmediği ademoğullarından Hunks böylece kayıplara karışmış. Geriye Masadağ’ın üzerindeki ak bulut kalmış. Piposundan çıkan dumanların bulutu.
Balinaların aşk kıyısı
Ümit Burnu’nu Portekizli Bartholemeo Dias 1488’de keşfetmiş, yeni bir okyanusa yelken açarak Avrupa’yı Asya kıtasına bağlamıştı. Artık keşfedilecek pek bir şey yok burada ama balinalar var. Kayaların üzerine tünemiş fenerin çevresinde çığlık çığlığa fır dönen martılarla birlikte okyanusların efendilerini bekliyorum. Onları buradan çok uzaklarda, Pasifik kıyısında da beklemiştim bir zamanlar. Gelmemişlerdi. Eskidendi, çok eskiden. O bekleyişi yazdım bir kitabımda, çocukluğumdaki balina imgesinden yola çıkarak okyanusları aşan bu sevimli, dev memelilerin yolculuklarını anlattım. Şimdi ne ekleyebilirim bu yazdıklarıma? Belki çiftleşmelerini. Sıcak sulara geldiklerinde nasıl sıçrayıp kafa tokuşturduklarını. Bunun için onları bizzat görmeli, davranışlarını incelemeli, mümkün olduğunca seslerini dinlemeliyim. Antarktika’da buzlar çözülürken yuvalarını terk edip çiftleşmeye bu kıyıya geliyor, sonra yine gerçek yurtları soğuk denizlere dönüyorlar. Cemal Süreya’nın o çok sevdiğim şiirinde çiçeğin “yurdumsun ey uçurum” demesi gibi, tepesinden sular fışkırtan balina da “yurdumsun ey okyanus” diye haykırabilir kara yaratıklarına. Suda başlayan hayat memeli hayvanların karaya çıkmasıyla yeni bir yurt edindi kendine ama insanoğlunun maymun cinsinden koptuktan sonra ayakları üzerinde dikilmesi hiç de kolay olmadı. Bu kıyı, en eski insanı barındırdığı için, bu büyük dönüşümün ilk tanığı sayılır. Bütün bunlar dinozorlardan önce, balinalardan sonraydı. Dinozorların hakkından bir meteor geldi, hiç olmazsa balinaları yok etmeyelim. Bugün Ümit Burnu’nda yine boşuna bekledim onları. Gökyüzü karardı, akşam oldu. Gelmediler. Oysa başında şapkasıyla “whale crier”, nâm-ı diğer balina tellalı sokak sokak dolaşıp borusunu üflemiş, balinaların az sonra kıyı boyunca arz-ı endam edeceklerini haber vermişti..